Başlık, merhum Sadiq Jalal al-Azm’ın, “Altı Gün Savaşı” olarak da bilinen ve Nisan 1967’de Golan Tepeleri için yapılan Arap-İsrail Savaşı’ndan bir yıl sonra yayınladığı kitabın adından alıntı (Self-criticism after the Defeat, ilk baskı Dar al-Tali’ah 1968, son baskı Saqi, 2011). Türk-Arap asıllı, toprak sahibi aristokratik bir aileden, yani bir Osmanlı ailesinden gelen al-Azm, 2016 yılında hayata veda etti. Hem Arap hem Batı dünyasında saygın bir akademisyen ve düşünürdü. Modern Avrupa felsefesi çalışarak başlayan kariyerinde, adını andığım bu kitabın çok önemli bir yeri var. İkinci baskısına yazdığı önsözde, kitabı kaleme aldığı 1967’deki halet-i ruhiyesinin şöyle tasvir ediyor:
“Bu kitabı büyük bir hızla ve korkutucu bir kolektif ve kişisel psikolojik baskı altında yazdım. O baskının sebebi sadece (savaş) yenilgisi değildi; bu kaçınılmaz yenilginin sebep olduğu ani ve sarsıcı çöküşün tüm neslimize, 1960’lı yılların nesline bıraktığı korkunç yıkıcı mirastı. Bu kitabı yazmak istememin sebebi, yenilgiye uğrayanlara bir anda hakim olan sefil inkâr ve sorumsuz, mantıksız kaçış haliydi. Gerçeklere katlanamadıkları için hastalıklarını kabul etmek yerine ifadelerinde, davranışlarında sanrılara ve halüsinasyonlara sarılanların haline benziyordu.”
Aynı önsözde, kitabı yıllar sonra okurken neler düşündüğünü de anlatıyor. Yazmakta ne kadar aceleci davrandığını, o esnada kafasının hâlâ karışık olduğunu fark ettiğini de söylüyor. O esnada ürkütücü bir kolektif ve kişisel psikolojik baskı altında olduğunu not ediyor. Yenilgiyi kabullenmek istemeyen Arap medyasının türlü çeşit mazeretler bulmak için ne kadar uğraştığını hatırlatıyor. Bunun bir nedeninin de henüz savaş devam ederken tutundukları iyimser seferberlik, kaygı dolu coşku ve (erken) zafer sarhoşluğu olduğuna dikkat çekiyor. “Sonuçta” diyor, “Arap dünyası yenilgiye hiç hazırlıklı değildi. Bu yüzden de yenilgi olabilecek en büyük yıkımı yaptı.”
Başlama yeri
Bu kitabı tesadüfen bulmadım. Günlerdir içinde bulunduğum şu halde bir özeleştiri metni nasıl yazılır diye düşünüp duruyorum ve böyle bir metin yazarken altından kalkamayacağım bir hata yapmamak için kafa yoruyorum. Bu yazının sonuna doğru, tekrar döneceğim kitaba. Çünkü galiba, şu anda tecrübe ettiğimiz yenilgiyi yalnızca bir seçim yenilgisi olarak görmek pek de yeterli olmayacak ortak meselemizi çözmeye.
Galiba diyorum çünkü söylediğim şeyin nereye varacağından, o yerin nasıl bir yer olduğundan hiçbir şekilde emin değilim. Bir savaş yaşamadık görünürde ama içinde olduğumuz vaziyet al-Azm’ın tarif ettiği sahneden pek farklı değil sanki. Bazı sabahlar kalkıp akşama kadar bu yenilgideki payımın ne olduğunu sorguluyorum, bazen de kolaya kaçıp başkalarını suçlama yolunu seçiyorum. İşin içinden çıkamadım henüz. Herkes gibiyim yani. Küstüm oynamıyorum demeyeceğim çünkü bu bir oyun değil. Herbirimiz senelerdir sevdiğimiz, hoşumuza gittiği ya da eğlendiğimiz için değil, sorumlu hissettiğimiz için kendimizce bir şeyler yapmaya -o da işte söz söylemekten ibaret- çalışıyoruz. Fakat biraz geri çekilmek, güncel siyasetin ve gündelik tartışmaların hayhuyundan uzaklaşmak, ayaklarımı biraz bildiğim zeminlere basmak ihtiyacındayım da. İkisinin arasını bulmaya çalışacağım.
Kıymetli Hocam Murat Sevinç, bu iki uç pozisyon arasında savrulmak yerine tutulabilecek bir yol gösterdi birkaç gün önce. Kendimce bir deneme yapacağım. Önce yanıldığım meseleleri ve neden yanıldığımı listeleyeceğim.
- Milliyetçilik sahasının aktörleri arasındaki rekabete ve bu sahanın nasıl bir parçalanma halinde olduğuna ve içeriğine yeterince ehemmiyet vermedim. Bu, iki şeyi ıskalamama sebep oldu. İlki, MHP’nin neden ayrı liste çıkardığı meselesiydi, ikincisi AKP’nin kendi ideolojik erozyonunu nasıl telafi ettiği. Bu iki meseleyi ıskaladığım için, MHP’nin ayrı liste çıkarmasının milliyetçilerle AKP arasındaki bir restleşmenin sonucu olduğuna hükmettim. Oysa, AKP kendi tabanında zaten var olan milliyetçiliği bir miktar tahrik etmek suretiyle bir taşla pek çok kuş vurdu. AKP kadrolarından rahatsızlık duyduğu için küsme eğiliminde olan ancak ipleri diğer tarafa geçecek kadar kopmaya hazır olmayan seçmenlerinin milliyetçi damarına hitap etti ve MHP ile yollarını kısmen ve görünürde bir miktar ayırarak, kendilerini rahatlatacak bir seçim yapma olanağı sundu. Böylece partisine oy kaybettirme pahasına ittifakının ve kendisinin oylarını sabit tutmayı başardı. Bu minvalde yanıldığım bir başka mesele ise milliyetçilik sahasının daha küçük bir parçasını oluşturan ülkücülerin nüfuzlarının ne kadar daraldığını tahmin edememekti. MHP’li olmakla ya da MHP’ye oy vermekle ülkücülüğün aynı şey olmadığı, bu hareketin tarihine azıcık bile yakından bakıldığında anlaşılır. Aksine MHP ve Ülkü Ocakları arasında ezeli bir abi-kardeş rekabeti ve çekişmesi bulunur. Alparslan Türkeş’in yaşadığı dönemde Ülkü Ocakları’nda çeşitli düzeylerde yetki sahibi olmuş, namlı ülkücülerin MHP’yle aralarındaki mesafe özellikle Ülkü Ocakları eski başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesinden sonra iyice açılmıştı. Bunun faturasının MHP’ye hayli büyük bir seçmen kaybı olarak yansıyacağını düşünmüştüm. Çünkü bu MHP’yle ülkücülüğün yollarının iyiden iyiye ayrıldığı anlamına geliyordu bence. Fakat durum öyle olmadı. Bu da Bahçeli’nin MHP’ye hükmettiği dönem boyunca istikrarlı bir şekilde teşkilatlardan uzaklaştırdığı ocaklı ülkücülerin sahada artık bir karşılığı olmadığının işareti. Her ne kadar rekabet halinde olsalar da MHP’yle bağ kuramadıkları durumda ülkücülerin siyasi nüfuzlarını büyük ölçüde kaybettiklerini gösteriyor. Sağ içindeki ideolojik farklılıkların, özellikle ortak çıkarlar söz konusu olduğunda, ne kadar kolayca görmezden gelinebileceğini sık sık kendime hatırlatmama rağmen, belli ki bu mevzuyu da gözden kaçırdım. Milliyetçi sahadaki parçalanma bana göre Millet İttifakı’nın yararınaydı. İttifak doğrudan CHP’de siyaset yapan ülkücüler aracılığıyla değilse de İYİP aracılığıyla bu parçalanmadan yararlanabilirdi. Oysa kendime şunu sormam gerekirdi? MHP’den uzaklaşan pek çok ülkücü neden İYİP varken gidip CHP’de siyaset yapmayı tercih ediyor ya da bağımsız ama ittifaktan yana bir tutum sergiliyor? İYİP neden ülkücüler ve milliyetçi sahanın geniş kesimleri için bir menzil olamıyor? Pek çok İYİP’linin buna “CHP’yle ve diğer partilerle ittifak, üstelik o ittifakın da üzerinde HDP gölgesi olması yüzünden” diye cevap verdiği anlaşılıyor şimdiden. Kısmen doğru olabilir bu cevap ama doğru olmayan kısmı için sanırım İYİP’in henüz tamama ermeyen partileşme sürecini iyice bir gözden geçirmesi gerekir.
- İkinci hatam, özellikle son iki ayda kampanyanın etkisinde kalıp havadaki iyimserliğe fazla kapılmamdı. Bu nedenle seçimin ilk turda kazanılabileceğine inandım. Arada alarm zilleri çalmadı değil. Parlamento seçimlerinin hiç ciddiye alınmaması, mevzunun zaten tepeden belirlenmiş adaylara bırakılması iki sebeple yanlıştı. Teşkilatlar, belirlenmelerinde hiç söz sahibi olmadıkları adaylara yerelde sahip çıkmayacaklardı. Zaten tepeden belirlenmiş adaylar da muhalif oyların kendilerinin seçilmesine nasılsa yeteceği fikriyle çalışmayacaklardı. İpler çok olmaz bir yerinden kopmuştu yani. Oysa, aylar boyunca “muhalefete muhalefet eder”ken toplumsal muhalefeti içermeyi beceremeyen, yani yerelle konuşmayan, teşkilatlarını da bu içerme ve konuşma süreçlerini yürütecek şekilde güçlendirmeyen partilere seçmenin ancak kerhen oy vereceğini söyleyip durmuştum. Bu mevzu üzerinde daha çok durmam gerekirdi. Başkan adayı üzerinden yürütülen vaveyla bittikten sonra parlamento seçimleri için bütün muhalefet bir kez daha karşımıza çıkıp “tatava yapma bas geç” numarası çekmişti o listelerle. Yalnız Türkiye değil dünya seçim tarihinin en kötü sloganı olan bu motto, bu defa aday listeleri aracılığıyla tekrar edildi ve daha önce olduğu gibi bu defa da büyük bir başarısızlık getirdi. Hal böyle iken ilk turda kazanılabileceğine olan inancım hem temelsizdi hem de sonrasında yaşanan yenilgi hissini ağırlaştırdı. Bundaki payım nedeniyle ne kadar üzgün olduğumu ifade edecek kelime bulmakta cidden zorlanıyorum. Özür dilerim.
- Üçüncü ve en büyük yanılgım anaakım muhalefetin çatısı altında toplandığı Millet İttifakı’nın iktidar istediğini zannetmemdi. Baştan itibaren şu soruyu sorarak düştüm bu yanılgıya: “Birbirlerine katlanmakta bu denli zorluk çeken bu insanları o masanın etrafında buluşturan şey iktidar arzusu değilse ne?” O kadar saf değilim, yurt sevgisi, halk sevdası olmadığını elbette biliyorum. Ama seçim sürecini bu kadar kötü yöneteceklerini, sandıkların bu kadar sahipsiz kalacağını, üstelik sandıklara sahip çıkmadıkları yolundaki eleştirileri bertaraf edeyim derken yaptıkları her açıklamayla iktidarın bayağı adaletsiz ve her türlü siyasi etiğe aykırı tavrını meşrulaştırdıklarını farketmeyecek kadar konfor düşkünü olduklarını göremedim. Parti içlerindeki ve ittifakı oluşturan partiler arasındaki güç müzakeresinin seçim kazanma arzusunun önüne geçtiğini değil, o arzunun başından beri hiç var olmadığını sandıklar açılırken takındıkları tavrı görünce kavradım. Altılı Masa bir kazanma değil, birlikte kaybetme projesine dönüşmüş meğer çoktan. Hatta belki de öyle kurgulanmış en başından. En kazançlı çıkanların ittifakın küçük partileri olduğu da açık. Haketmedikleri koltuklarda oturdukları için bundan böyle sırtlarında büyük bir yük taşıyorlar diyeceğim ama öyle bir yükün ayırdında olduklarını ya da umursadıklarını da sanmıyorum. Tarihe bu şekilde geçmekten de rahatsız duymayacak ve muhtemelen bol mağduriyetli mağrur hikâyeler anlatacaklardır.
- Aday Kemal Kılıçdaroğlu mu olmalıydı? Millet İttifakı’nın en büyük partisinin genel başkanı olarak en olası aday oydu. Diğer olasılıklardan birini yargı yoluyla iktidar eledi. İktidarın “Sizi adaysız bırakırım” blöfünü görüp gene de Ekrem İmamoğlu’nu aday gösterseydi ittifak, onu da desteklerdim emin olun. Fakat Kılıçdaroğlu’nun Millet İttifakı’nı sırf cumhurbaşkanı adaylığını onaylamak için kurduğu argümanına hiç aklım yatmadı. Çünkü bunun için ittifaka ihtiyacı yoktu. Daha en başından İYİP’in icadına bile katkıda bulunmayıp diğer partileri de kendi kumlarında oynamaya bıraksaydı ve aday olmak isteseydi, bu kadar tartışmaya hiç gerek olmazdı. Küçük partileri ittifaka almayıp yalnızca İYİP’le yoluna devam etmesi halinde de gene ittifakın büyük partisinin genel başkanı olarak aday olmak istiyorum dediğinde ona karşı çıkacak olanların “fakat o kazanamayacak bir aday” demekten başka argümanlara ihtiyacı olurdu. Tam da böyle düşündüğüm için, bugünden bakıldığında Millet İttifakı, “Kılıçdaroğlu başkan adayı olmak için kurdu onu” diyenlerin gördüğünden daha anlamsız görünüyor gözüme. Eğer bu ittifakı kurmaktan muradı -benim tahminim böyleydi- AKP sonrası sağı tarif etmek idiyse de ittifak bu işe yaramış ya da yarayabilirmiş gibi görünmüyor. CHP’nin bütün listelerini yalnızca kendi adaylarıyla doldurup bütün sandalyeleri kapsalardı bile o partilerden artık hiçbir şey olmaz. O plan ancak seçim kazanıldığı ve AKP’nin kayıptan sonra dağılması halinde işe yarayabilirdi. Ancak listelerde o kadar çok aday isteyerek, böyle bir ufku kendilerinin de görmediğini daha seçimden önce dile getirdi küçük partiler. Hülasa, yaptığım en büyük hatalardan biri de CHP’ye sık sık “muhafazakârlarla muhafazakâr olma, kendi seçmeninle doğru bir ilişki kur önce” deyip durmama rağmen Millet İttifakı fikrine yekten karşı çıkmamak oldu.
Seçimin sonucunu doğru öngöremedim demek yeterli değildi özeleştiri yaparken. Falcı değilim. Tarafsız gözlemci de olmadım hiç. Muhalefetin kazanmasını bütün kalbimle istedim. Son düzlükte, içimi karartan şeyleri görsem bile kendime saklama ve kendimin ve kimsenin moralini bozmama eğilimi ön plana çıktı. Oysa onca zaman umut başka iyimserlik başka, umutla karamsarlık birbirine umutla iyimserliğin olduğundan daha yakın, karamsarlara ihtiyacımız var çünkü onların uyarılarını dikkate alarak şekillendireceğiz yolumuzu yordamımızı deyip durmuştum. Keşke tam da en gerektiği anda iyimserliğe kapılmayıp gene yöntem olarak umut ne gerektiriyorsa öyle eyleyebilse ve söyleyebilseydim.
Düştüğümüz yerden kalkmak
Ekonomik buhranın ya da depremden sonra yaşadığımız bütün o devletlû felaket silsilesinin iktidara seçim kaybettirmesi muhtemeldi. Ama bu etkenlerin seçim kaybettirmesi için seçimi kazanmak isteyen birileri olması gerekiyordu. Elimiz mahkûm seçimlere partilerle giriyoruz, onlara oy vermek zorundayız. Boykot örgütleyebilmek için bile partilere ihtiyacımız var. Ve bunu bildikleri için makus hikâye tekrar etti bu seçimde de. Seçmen ve toplumsal muhalefet elinden geleni yaptı. Ama partiler hem de planlı ve sistemli bir şekilde sivil iradeyi ortada bıraktılar.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İş bu nedenlerle yetkili mercilere, hiç değilse bir müddet güncel siyaset konuşulan programlardan uzak durmak istediğimi ilettim çoktan. Aklımı toplamam, kaynaklarıma dönmem, muhtemelen yeni kaynaklar, referanslar bulmam lazım. Bunun için de zamana ihtiyacım var. Yazılara ara vermeyeceğim, siyaset yazmaktan zaten hoşlanmıyorum, asıl yazmayı sevdiğim mevzulara döneceğim. Geniş Zaman, Aysuda dönene kadar aralıklarla siyaset dışı konularda başka arkadaşlarla sohbet edeceğim bir forma bürünecek bir süre. Adını Koyalım’da kalmam gerekirse bile ele alınan meselelere gündelik tartışma içinden bakmayacağım.
***
Dönelim Al-Azm’ın kitabına. Yenilgiden sonra özeleştirinin nasıl yapılacağı, ne söyleneceği ve bunun neye yarayacağı mevzuuna cevap veriyor kitap. Mesele aslında yenilginin sorumluluğunu kabullenmekte. Al-Azm, Altı Gün Savaşı’nı niye kaybettik diye sormuyor kendisine ve savaşın yenilen tarafında olan herkese. Biz bu yenilgiyi niye kabullenemedik ve bu kabullenmeyişin bedeli ne oldu diye soruyor. Bir yerde, Rusya’nın, 1904’te Japonya karşısında yenilgiye uğradıktan sonra ne yaptığına bakıyor bu soruya cevap verebilmek için. Yazıyı uzatmamak için ayrıntısına girmiyorum ama okuyunca mantıklı gelen bir dizi sebeple “Arap Milleti”nin 1967’deki yenilgisine benzediğini öne sürüyor. Peki benzemeyen ne? Özetleyerek alıntılıyorum:
“Rusya hezimetten sonra kendi içine döndü, kendini araştırdı, her şeyi sil baştan inceledi ve kültürel elitlerin, düşünürlerin, sanatçıların, siyasi partilerin ve emekçi sınıfların aydınlanmış öncü gruplarının bakış açısından kendini eleştirdi. 1905 Devrimi, askeri yenilginin önemli sonuçlarından ilki ve kendini inceleme ve özeleştiri faaliyetinin ilk meyvesiydi. Her ne kadar 1905 Devrimi başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da ardından gelen grevler ve karışıklıklar, öfkesini üretim, düşünce, örgütlenme ve yönetimde miras alınan geleneksel modellere yönelten kapsamlı Ekim Devrimi’nin yolunu açtı. (Yani) Rusya askeri yenilgiyi bir çileden yapıcı bir deneyime ve felaketten kültürel bir derse dönüştürmeyi başardı. Yenilginin sorumluluğunu kabul etmeseydi, kendisinden başkalarını suçlamaya kalksaydı tüm bunları başaramazdı. …Son savaştan önce ve sonra Arapları gözlemleyen hiç kimsenin gözünden, sorumluluğumuzdan kaçmak için ne büyük bir çaba sarfettiğimiz ve yenilgiyi kendi sorumluluğumuz dışındaki faktörlere kaydırma konusundaki şiddetli eğilimimiz kaçmamıştır. …Herbirimiz yenilginin sorumluluğunun nihayetinde bize ait olduğunu gayet iyi bilmemize rağmen, söylediklerimizde, düşündüklerimizde, yazdıklarımızda ve beyanatımızda ısrarla zevahiri kurtarmaya, görünüşü korumaya, duygulara boyun eğmeye, adab-ı muaşeret, ahlak, dalkavukluk ve hassasiyetlerle ilgilenmeye çalışıyoruz. Başarısız olanlara ‘başarısız oldunuz’, beceriksiz olanlara ‘beceriksiz’ demek, her şeyi adıyla çağırmak ve sorumlulukları ait olduğu mercie teslim etmek yerine bahaneler buluyoruz…”
Kimbilir, belki de hep birlikte yaşadığımız ve benim de kendimi gayet sorumlu hissettiğim bu yenilgi, apaçık hezimet, iktidardaki kadar muhalefetteki siyasi elitlerin de yüzeye ancak kendi kontrolleri altında çıkmasını istediği, kendileri kontrol edemeyeceklerse başını ezmek için nöbet tuttuğu o dip dalgaların, partileri tam da parti bürokratlarının konfor alanlarında parçalamaları için iyi bir başlangıçtır.
Özeleştirim burada bitmedi, zaman zaman, yazdığım ya da konuştuğum mevzular denk geldikçe döne döne devam edeceğim. Bu yazı seçim sonuçlarını gördüğüm günden beri içinde olduğum gayet ağır halet-i ruhiyeyi değiştirmek, sorumluluğumu kabul edip kenara çekilmek yerine yola devam etmek için cesaret bulmak üzere bir girişimdi yalnızca. Okuyarak bu dertleşmeye taraf olduğunuz için teşekkür ederim.