Ayşe Çavdar yazdı: Geçmemiş zaman olur mu hiç? 

Geçen haftayı Osmanlıca gazete ve dergi tarayarak geçirdim. Güya 1911 baharındaydım, ama başlıkların, tartışmaların vs aynılığı karşısında güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Sanki zaman hiç geçmemiş de geçmiş gibi yapmış bize, “kandırılmışız” yani… Kafam bu tecrübeyle meşgul olduğu için de -Kızılcık Şerbeti’nin yeni bölümü hariç- güncel hiçbir şeyle pek ilgim olamadı geçen hafta. Gene de size anlatabileceğim yarım yamalak bir şey var sanki elimde… 

Her şey, Mehmet Akif’in (Ersoy) dergisi olarak da bilinen Sırat-ı Müstakim’in (bir dönem Sebilürreşad adıyla da çıkan) 27 Nisan 1911 tarihli 138’inci sayısında yayınlanmış bir yazıya yakından bakmaya kalkışmamla başladı. (Gürcüzade) Mehmed Fahreddin’in tesettürle ilgili pek çok tezde ve makalede alıntılanan “İkinci Hata” başlıklı yazısını okumaya başladım efendi efendi. Sırat-ı Müstakim’in tamamı Bağcılar Belediyesi’nin yaptığı bir proje kapsamında Latin harfleriyle yeniden basıldığı için işim kolay olacaktı güya. Fakat o da ne, yazının ilk cümlesi “Tanin Gazetesi’nin tesettür-i nisvana dair geçen salı günkü baş makalesini okurken pek acı, pek elemnak bir hançer-i teessürün kalbime saplandığını his ettim” diye başlıyordu. Böyle başlayan bir yazıyı, bahsettiği makaleyi okumadan okumam nasıl mümkün olsundu ki… Ayıp değil ya yazayım. Bir süre Hüseyin Cahit’in mezkûr yazısını makalelerde ve tezlerde aradım. Birisi belki geniş geniş alıntılamıştır da benim de işim kolaylaşır diye düşündüm. Mehmed Fahreddin’in sabık yazısının onca alıntılanmasına, bazen de bu yazının Hüseyin Cahit’in “tesettür karşıtı” yazısına cevap olarak yayınlandığı iddia edilmesine rağmen yazıdan tek satır alıntı bulamadım. İyice arttı merakım tabii… Acaba nasıl bir tesettür karşıtlığı yapmıştı Hüseyin Cahit? Kim bilir neler neler söylemişti? 

El mahkûm, Tanin Gazetesi’ndeki yazıyı kendim bulup okuyacaktım. Allah’tan Milli Kütüphane’nin dijital arşivi var. Hemen 27 Nisan 1911’den önceki dört haftanın salı günlerinde yayımlanmış Tanin’leri indirdim. Dip-köşe bütün yazıların başlıklarına baktım, ki başyazı olduğu için başta olması gerekiyordu hesapta. Ama bulamadım. Böyle olunca, yayınlandığı güne dair başka ipucu bulurum belki diye oturup okudum Mehmed Fahreddin’in yazısını. 

Dünya yerinden oynuyormuş kadınlar eşit olunca

II. Abdülhamit’in halkı Kanun-i Esasi’nin iadesi, yani Meşrutiyet’in yeniden ilanı fikrinden, bu fikri destekleyenleri dinsizlikle suçlayarak soğutmaya çalıştığını, tesettürü kaldırmak isteyenlerin onun bu iddiasını doğruladığını söyleyerek başlamıştı söze. Yani tesettür karşıtlığı II. Abdülhamit’e yarardı, başka da bir işe yaramazdı. Üstelik kötü başka işaretler de vardı. Mesela biri, belli ki Müslüman biri, karısını alıp Kumkapı’da bir meyhaneye gitmişti. Olacak iş miydi? “Birkaç rezil” de hocaların sarıklarına saldırmıştı. Bir olay daha olmuştu, “Beyazıt Tramvay Caddesi’nde bir erkekle arabaya binmiş iki kadına cühela-yı avamdan on beş-yirmi zorba” hücum etmiş, çarşaflarını yırtmışlardı. “Güya namus-u İslamiyet’i muhafaza ediyorlardı” diye niyetlerinin halisliğine inanmadığını söylüyor Mehmed Fahreddin. Ayrıca özellikle bu son saldırıyı, II. Abdülhamit’in sahneletmiş olabileceğini iddia ediyor. Biraz önceki bir paragraf daha da manalı hale geliyor böylece: “Abdülhamid otuz sene bir hayvan sürüsü gibi etini dittiği, kanını emdiği bu bedbaht milletin ahval-i ruhiyesini, irtica’ için hissiyat-ı mukaddese-i diniyessini azıcık kanatmanın kâfi olduğunu pek güzel biliyordu.” 

Şimdi kaldığım yere dönüyorum. Diyor ki Mehmed Fahreddin: “Bütün itminan-ı (güven) kalbimle, bütün emniyet-i vicdanımla iddia ederim, ki bu da Yıldız’dan müretteb idi (tertip edilmişti). Maksad: Hürriyet-i diniyyeyi ve Meşrutiyet-i Kur’aniyyemizi halka çirkin, mah-i şeriat göstermek…” 

Bu cümleleri, üstelik gecenin bir vakti okuyuverince, Eğin’e giderken kenarında durduğumuz Fırat’ın soğuk suyundan bir avuç yüzüme çarpılmış gibi oldum. Aman Allah, “devlette devamlılık esastır” dedikleri bu muydu yani? Tabii ki aklıma meşhur Kabataş Vakası geldi… Neyse…

Yazıyı okudukça, Hüseyin Cahit’in demiş olabileceklerine dair merakım artıyordu bir yandan. Ama ipucu arayayım derken peşine düşmem gereken başka bir olay daha çıkmıştı karşıma. Kadınlara yapılan saldırıyı diyorum. Onu henüz bulamadım, ama bulacağım, kendime söz. 

Hüseyin Cahit

Fakat o da ne Mehmed Fahreddin işi, Hüseyin Cahit’i Kur’an’a itaatsizlikle suçlayacak kadar ileri götürüyor, tesettürün ne kadar gerekli olduğuna dair deliller sunuyor, bir de adını vermediği gayrimüslim bir komşusunun Müslümanlara sırf kadınlarını örttükleri ve haremlik/selamlık adeti için gıpta ettiklerini itiraf eden cümlelerini tırnak içinde alıntılıyordu. Bu delillere ihtiyaç duyacak kadar mı karşıydı Hüseyin Cahit tesettüre yani? Hem de 1911’de ve hem de bir başyazıda yazacak kadar… Hadi bakalım. 

Bu arada Mehmed Fahreddin ayyuka çıkarıyor tesettür müdafaasını. O kadar ki, Roma İmparatorluğu’nun kadınların eşitlik talepleri yüzünden yıkıldığını söylüyor. Aynı minvalde giden Osmanlı’da vaziyetin hiç parlak olmadığına işaret ediyordu. 

Şu paragrafı okurken tepemin bir hayli attığını kabul ediyorum: 

“İşte tesettüre riayetsizliğin cezaları: Harf-endazlıklar, çimdikler, takibler, cinayetler. Halbuki kadın tezeyyün ve tecemmül ederek sokaklara düşmese, mecmai’-i ricale dalmasa ne söz işitir, ne çimdik yer, ne ta’kib olunur. Ne de mu’akkibini yahud sevcini al kanlara bulanmış na’ş-ı bi-ruh görür.” 

Tercümeye gerek var mı, gayet açık ne dediği. “Örtünmezseniz her türlü taciz edilirsiniz, bir de erkeklerinizin elini kana bularsınız” diyor kadınlara. Bunlar da ağır laflar ama tesettür karşıtlığına karşı bir cevap yazısında ne işleri var diye düşünüyorum bir yandan okurken. Bu minvalde akıp gidiyor yazı, en nihayet Hüseyin Cahit’i uyarıyor: “Biz mürtecilere yaranmak, onlara eğilmek için değil o güzel Kitab’ımızn ayn-ı hikmet, mahz-ı nimet ve rahmet olan evamirine itaat ve riayet etmek için niyetimizi tashih edelim.” 

Bir “çirkin heyula-yı maneviye”

Döndüm Tanin’lere. Dedim herhalde yazının gününü yanlış yazdı muhterem. Hakikaten öyle olmuş. Yazıyı, 19 Nisan 1911, Çarşamba tarihli gazetede buldum. Mehmed Fahreddin, yazdığı yazının 112 yıl sonra bile Tanin’e olan ilgiyi bu kadar artırdığını görse kendisi hakkında ne düşünürdü acaba diyerekten okumaya başladım. 

“Meşrutiyet ve kadınlarımız” başlıklı yazıda Hüseyin Cahit’in meselesi, Dahiliye Nezareti’nin 18 Nisan tarihli gazetelere verdiği ilanda kadınları tesettürlerine daha çok özen göstermeleri ve adı çıkmış kimi yerlerde bulunmamaları konusunda uyarmasıydı. Hüseyin Cahit, Meşrutiyet’in ilanından sonra bu türlü ihtarların sıklaştığına dikkat çekiyor, bundan da Meşrutiyet idarecilerinin, bir kısım halkın nazarında “itibar ve haysiyet” kazanmanın yolunu “kadınlara hakaret”te bulduğu sonucuna varıyordu. O “bir kısım halk”ın herkesçe başka türlü tarif edildiğine işaret ettikten sonra, nihayet ortaya bir “çirkin heyula-yı maneviye” çıktığını, idarenin bu heyulaya “ahlaki, fikri cizyeler vererek …hışım ve gazabından” kurtulmaya çalıştığını söylüyordu. 

Mehmed Fahreddin’in andığı, benim halen peşinde olduğum vakayı Hüseyin Cahit de, “Meşrutiyet’in ilk günlerinde kadınların çarşaflarını parçaladık, peçelerini yırttık. Belki zabıta korkusu bu tecavüzatın önünü aldı” diyerek anıyordu. Fakat mevzunun orada kalmadığına, kadınların başka şekillerde de taciz edildiğine işaret ediyordu: “Şimdi onların çarşaflarını değil haysiyetlerini, şereflerini, masuniyetlerini yırtıyoruz. Çünkü daireden daireye bu iş’arlar, ihtarlar hakikatte başka bir mahiyeti haiz değildir.” Yani diyor ki, söz konusu “çirkin heyula-yı maneviye”yi memnun etmek için tesettüre riayet konusunda sık sık uyarı yayınlayan Meşrutiyet idaresi, bütün kadınlara mütemadiyen hakaret ediyor. 

Tam da buradan sonra Hüseyin Cahit’in -en azından bu yazıda- herhangi bir şekilde tesettür karşıtlığı yapmadığını öğreniyoruz. Çünkü diyor ki: “Kadınlar adab-ı milliye ve İslamiye dairesinde telebbüs ve tesettür etsin (giyinsin, örtünsün). Pek tabii bir şey. Kimse bunun hilafı bir fikirde değil.” Devamını da özetleyeyim: ’Eğer tesettüre riayet etmeyen varsa, zabıta işini yapar, ama bu uyarı ilanlarını sık sık tekrarlayarak bütün kadınları zan altında bırakmak Meşrutiyet idaresinin kadınları Meşrutiyet karşıtlarına kurban etme teşebbüsünden başka bir şey değildir.’ 

Size de tanıdık bir örüntü gibi geldi mi? Kimi muhaliflerin, iktidardakilerin halkın dini duygularının ‘coşkun’luğundan yararlanmasını önlemek için, o ‘coşkun’luk yararlanıcılarından daha radikal dini duygular pompalamaları vaziyetinden bahsediyoruz yani. 

Neyse. Ben isterdim ki yazı burada bitsin. Ama bitmedi… Devam etti ve Mehmed Fahreddin’in “çimdik”li lafları niye ettiğini de anlamış bulundum böylece… 

Söz konusu uyarıların bir meselesi de kadınların bazı yerlere gitmemesi. Hüseyin Cahit gene pek ılımlı. “Tabii ki gitmesinler” diyor. Çünkü, “Meyhaneler, birahaneler, münasebetsizhaneler hep erkekle dolu… Fakat faraza bir kadın karnını doyurmak için temiz bir lokantanın kadınlara mahsus temiz bir odası olsa da oraya girse derhal kıyamet koparırız. İsteriz ki sokakta açken bir kadın poğaçacı fırınlarının …pis yağlı poğaçalarından, yahut muhallebici dükânlarının kokmuş kebaplarından başka bir şey yemesin!” 

Nihayet uyanıyorum mevzuya. O “çimdik”li paragrafın sebebi de bu kadarcık itiraz olsa gerek. Hay Allah ya! Hay Allah cidden… Diyecek şeyleri siz biliyorsunuz zaten… Buyrun içinizden geldiği gibi devam edin… Bu bahsi şimdilik burada bırakayım müsaadenizle…

O kimin yüzde 90’ı öyle?

Burada kalsa gene iyiydi… Başlıkları tararken sonradan okumak isteyebileceklerimi işaretlemiştim. Güya asıl işime mola verdiğim bir yarım saatte, sırf meraktan Hüseyin Cahit’in 30 Nisan 1911’de yayımladığı bir yazıyı daha okudum. Başlığı “Muhafazakârlık, Liberallik.” İttihat ve Terakki Fırkası içindeki Hizb-i Cedid üyelerinden Karesi (Balıkesir) Mebusu Mecdi Efendi’nin bir mütalaasından (görüşünden) bahsediyor. Mecdi Bey, Hizb-i Cedid’in teklif ettiği bazı maddelerin fırka heyet-i umumiyesince programa eklenmesini talep ediyor. Yazının devamından anladığım kadarıyla bu maddeler saltanatın ve hilafetin kaldırılmasının tartışmaya bile açılmamasını sağlamaya matuf bazı teminatlardan ibaret. Hüseyin Cahit, yazının birazdan aktaracağım bölümünden sonra, II. Abdülhamit döneminde bile kendisinin saltanatın kaldırılmasından yana olmadığını, hatta buna karşı olduğunu, çünkü pek çok “anasır”ın (unsurlar) dahil olduğu Osmanlı toplumunda, Sultan’a bir hakem olarak ihtiyaç duyulduğu düşüncesinde olduğunu dile getiriyor. Yani gene radikal bir yerden bakmıyor meseleye. Söz konusu maddelerin ancak fırkadan daha büyük bir teşkilat olan İttihat ve Terakki Cemiyeti kongresinde tartışıldıktan sonra programa alınabileceğini söylüyor. Bu konudaki itirazı prosedürle ilgili. 

Fakat daha temel bir itirazı daha var. O da söz konusu teklifin dayandığı fikri esasla ilgili. Üç madde halinde özetliyor o esası: “1. Teklif olunan maddelerin ruhu ve memlekette üç seneden (Meşrutiyet’in ilanından) beri icra edilen tecrübelerin mahsulası muhafazakârane hareketin memleket için daha nafî (yararlı) olduğu merkezindedir. 2. Memleketin yüzde doksanı muhafazakârdır. 3. Osmanlı Devleti’ni teşkil eden muhtelif anasırın (unsurların) kısm-ı azamı muhafazakârdır.” 

Beni alıyor bir gülmek tam burada. Yazının devamını okumakta hayli zorlanıyorum o yüzden. Nasıl yani diyorum içimden… Nasıl yani? Gene mi? Hâlâ mı? Bu nasıl bir döngüdür görklü tengri… Bizi bu fare çemberinin içine sıkıştıran talihin de ecdadını o zaman! 

“Bu iddialara karşı hatıra şu sualler gelir” diye devam ediyor Hüseyin Cahit, sinirlerim bir kez daha harap olmuş vaziyette aktarıyorum birazcık daha: 

“Memlekette üç seneden beri ne tecrübeler icra edildi de, bunların mahsulası olarak muhafazakârane hareketin daha nafi olduğuna dair kanaat husule geldi? Hangi ıslahat-ı içtimaiyede radikal yahut liberal, hasılı herkesin anlayacağı tabir ile, müfritane hareket olundu da şimdi geri dönülmek isteniyor? …Bu sözlerin kıymet ve mahiyeti ‘Mecdi Efendi memleketi böyle zannediyor’dan öteye geçmez. …Bu iddiaya mukabil ben çıkar da memleketin yüzde doksanı terakkiperverdir dersem ne lazım gelir? Efkâr-ı umumiyenin, memleketteki temayülat-ı fikriye ve hissinin neden ibaret olduğunu keşfetmek kuvveti hiç kimsenin fikrine bahşolunmamıştır.”

Mecdi Bey’in yazısına İkdam’da da itiraz edilmiş, ama transkript etmedim, zirâ teslim zamanı yaklaşmakta olan işin konusuyla direkt alakalı değil. Kenara not aldım, boş bir zamanıma erteledim. Yapabilirsem Mecdi Bey’in yazısını da bulacağım ama hele şu işi bir teslim edeyim, sonra. 

Bir yanım da erişebildiğim yeni yayınlarda “tesettür karşıtı” olarak yad edilip zar-zor bir iki cümlesi alıntılanan yazıları bulup transkript etmek istiyor. Çünkü o zamanki tartışma, bugünkünden daha açık ortaya koyuyor “tesettür-ü nisvan” meselesinin nasıl bir hegemonik mücadelenin sembolik savaş meydanı olduğunu. Kırılamamış bir siyasi örüntü var ortada “yüzde 90’ı muhafazakâr ahali” varsayımına dayanan. Bu varsayımın kimin, hangi işine, nasıl yaradığı sorusunun cevabı da kadınların üstleriyle-başlarıyla yalnızca görünürde ilgili. Hele şimdi, hiç alakası yok. Mevzu cennet, cehennem de değil, dinin kime, neyi emrettiği de… 

Beyazıt Tramvay Caddesi’nden Kabataş Tramvay Durağı’na uzanan bir başka devamlılık var ortada… Ona bir zamandır “devlet aklı” deniyor. O devamlılığı, an itibariyle mesela Agrobay Seracılık işletmesinde hakları için direnen işçi kadınlar kırıyor. Birkaç hafta önce de Akbelen’de köylerini ağaçlara bedenlerini siper ederek gene devletten ve işbirlikçilerinden korumaya çalışan kadınlar kırmıştı. Jandarma emekleri, köyleri, hayatları için mücadele eden bu kadınlara her saldırdığında, tam 112 yıl önce Gürcüzade Mehmed Fahreddin’in aslında neye bozulduğunu, o bozulmanın bugün kime nasıl siyasi sermaye olarak miras kaldığını daha iyi anlıyoruz. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.