Adnan Oktar ve 40 yıldır varlığını devam ettiren suç örgütünün birdenbire tekrar gündemimize yerleşmesinin, anlatılanlardan anladığım kadarıyla, iki sebebi var. Biri 140Journos’un belgeseli ve bu belgeselin yanı sıra kadınların ve çocukların çeşitli şekillerde istismar edildiği hikâyeleri nasıl anlatacağımızı iyice bir oturup konuşmamız gerekiyor. İkincisi ise belli ki Oktar ve ekibinin bir yolunu bulup serbest kalabileceği ile ilgili endişe. Bu endişenin işaretlerini operasyonu yapan İstanbul Emniyeti’nin eski Mali Şube Müdürü Furkan Sezer’in, özellikle Sözcü TV’de İpek Özbey’e verdiği ilk söyleşide hissetmek mümkün. Sezer, Oktar’ın kurduğu suç örgütünün halen faal olduğunu, serbest kalırlarsa eskisinden bile güçlü bir şekilde eylemlerine devam edeceğini ve en önemlisi evvelden verilmiş bir istinaf kararının sonunda bu minvalde bir karara -istenirse- zemin oluşturabileceğini kaydediyor. Bu, her şeyden önce onca tehlikeyi göze alarak örgütün çökertilmesini sağlayan insanlar için büyük bir yıkım olur. Fakat böylesi bir kararın yıktığı tek şey o insanların hayatları olmaz. Başka nelerin yıkılacağı sorusuyla, bu kökleri belli ki derinlerde bulunan suç örgütünün yaptıklarının nasıl aktarıldığı arasında ilk bakışta göze görünmeyen bir bağlantı var.
Önce bir soru sorayım size: Ne hissediyorsunuz hem 140Journos belgeselini hem bu röportajları izlerken? Peki ne öğrenmiş oluyorsunuz? Öğrendiklerinizle hissiyatınız arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Öğrendiklerinizin çoğunu unutacağınızdan emin olabilirsiniz, peki o hissiyatı unutacak mısınız? Mesela öfkenizi neye, nasıl yönelteceksiniz? Aklınıza hesap sormak gelecek mi? O hesap sorma mekanizmalarına başvurma hakkınız olduğunu düşünüyor musunuz? Daha önemlisi o mekanizmaların doğru-dürüst ve hakkaniyetle çalışacağını tahayyül edebiliyor musunuz?
Bana tam olarak şöyle oldu: Salı akşam üstü düştü 140Journos’un o kesinlikle -iyi niyetle bile bakıldığında- apaçık yanlış isimli belgeseli. İki-üç saat kadar sonra Geniş Zaman’ın tatil sonrası ilk programı vardı. Aslında ona hazırlanmalıydım ama kendimi alamadım, taş kesilmiş gibi izledim. Bir süre sonra kimin kim olduğu, ne yaptığı vs. birbirine karışmaya başladı. Dahası kendim de, yalnızca izleyerek aynı suça ortak olur gibiydim. Bittiğinde, bir kez daha suçlunun değil, suça maruz kalanın isminin, resminin ortalara saçıldığı bir medya işi izlemiştim. Fakat sürdüremedim akıl yürütmeyi, çünkü çok öfkeliydim, midem bulanıyordu. Çıkıp yarım saat kadar yürüyüp eve döndüm. Geniş Zaman’ı yaptık Aysuda’yla (Kölemen). Hep olduğu gibi programdan sonra biraz laflamak üzere kaldık Streamyard’da. Konuşurken konuşurken, aslında biraz durduk yere birden patlayıverdim. Sanki kapatmıştım da baraj kapaklarını, kontrolüm dışında açılıvermişti. Anlatmaya başladım videoda gördüklerimi ama bağırıyordum ve yüzümün şekli ansızın değişmişti. Fark edince durdum, dedim hadi kapatalım bu bahsi.
Belgesel hakkında kurabildiğim ilk düzgün cümle, videoda anlatılan “enaniyet kırma” yöntemlerinin gayet yaygın olarak, hemen tüm tarikatlar ve cemaatlerce kullanıldığıydı. Bizim memlekette değil yalnızca, dünyanın her yerinde. Bu konularda en mahir olanlar düşündüğünüz gibi yoksul memleketlerde değil, ABD’de ortaya çıkmış olanlar. Mentalist dizisini seyredenleriniz, hikâyenin kahramanının karısını ve çocuğunu da öldüren, seri katil Red John’a ilişkin ipuçlarının sonunda nasıl Visualise adlı bir külte bağlandığını hatırlar. Durduk yere tasvir edilmiş değildir o kült bana kalırsa. Evanjelik bir rahip olan David Berg tarafından kurulduğu 1960’ların sonundan başlayarak yıllar boyunca binlerce insanı adeta öğüten “Children of God” (Tanrının Çocukları) ya da “the Family” (Aile) adlı kültten esinlenmiş gibidir.
Berg’in hikâyesinden kimi dönüm noktalarına bakalım. Nasıl da “şaşırtıcı, ilginç, sıradışı” bulacaksınız, hem nasıl?
Ailesindeki erkekleri takip ederek din adamı olan Berg, kimi “tuhaf” öğretileri de vaazlarına eklediği ve kilisede çalışan bir işçiyi taciz ettiği gerekçesiyle kiliseden atılır. Ama o, daha sonra kendisini kiliseden atanların ırkçı olduklarını iddia edecektir. 1960’ların sonunda, o esnada ABD’li gençler arasında popüler olan Hippie felsefesiyle Hristiyanlık öğretisinin kendisi açısından hayli pragmatik bir sentezini ürettiği Aile’sini kurar. 1970’lerin ortasında nedense herkesin “yeni” olduğunu düşündüğü ancak bildiğim kadarıyla en bir eski dinler ve daha yeni (tek tanrılı) dinlerin çeşitli tarikatları tarafından, farklı biçimlerde kullanılan bir “yeniden üretim” yöntemini keşfeder: Cinsellik. “Flirty Fishing” (nasıl çevireyim bilemedim, hangi kelimeyi seçsem o kelimenin hatırı kırılır gibi geldi, çevirmeyeceğim) adını verdiği bir yöntem icat eder. Kadınlar, giyinip süslenip erkekleri cezbedecek ve seksi kullanarak tarikata bağlayacaklardır. Doğum kontrolünün yasaktır. Bu ilişkilerden doğan çocuklar tarikatta kalacak, birlikte bakılacak ve müştereken istismar edilecektir.
Fakat bununla da kalmaz. Tarikattaki bütün kadınlar, bütün erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını gidermekle mükelleftir. Zira kimi erkeklerin eşleri, başka erkekleri tarikata “kazandırmak” üzere dışarda olabilirler. O esnada civarda olan herhangi bir kadınla olmak onlara hak kılınmıştır. İki temel fark varmış gibi görünüyor bizim kaç gündür dinlediğimiz yöntemden. Erkekleri değil kadınları kullanıyor, doğum yapmak yasak değil aksine teşvik ediliyor.
Fakat aynı emele hizmet ediyor iki yöntem de: Cinselliğin bir kontrol aracı olarak kullanıldığı, bu yolla insanların kişiliklerinin, haysiyetlerinin ezilip yok edildiği ve birer bedene, canlı cenazeye indirgenerek her türlü istismara açık hale getirildikleri bir düzenek oluşturmak. Aile’den ayrılan genç bir kadın, “bizden beklenen bedenlerimizi tarikata hediye etmemizdi” diye anlatıyor. Zira o beden(ler)i istediği gibi şekillendirmek ve yönlendirmek suretiyle hem çoğalıyor/güçleniyor, hem de bütün bu kullanım sürecini bir gösteriye dönüştürerek göz korkutup, gücünü ispatlıyor tarikat.
Oktar’ın örgütü hakkında kaç gündür dinlediklerimizle bu hikâye arasındaki farkları ortadan kaldıran temel de tam burada. Şu ya da bu yerde başka bir form alabilir, ama istismarın gösteriye dönüştürülmesi, ilk anda seyircilerde mide bulantısı yaratsa da, sonradan yarattığı terör ve dehşet duygusu nedeniyle istismarcının gücüne güç katar.
Yöntem meselesi
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Peki biz kaç gündür, bir yandan dehşetli bir örgütü konuşurken beraberinde ne izliyoruz?
İstismar edildiklerini, şiddetle, zorla, şerle, tehditle, şantajla haysiyetleri yok edildiğini, bedenlerinin yeniden şekillendirildiğini ve tehditle adı batasıca bir yaratığın zevk-ü sefasına kurban diye sunulduklarını konuşadurduğumuz kadınların, tam da o gayet zamana yayılmış “kurban ritüeli”ni izlemeye devam ediyoruz. Bir yandan örgütün işlediği enva-i çeşit suç anlatılırken, bir yandan bütün bu suçlardan zarar görmüş kadınların o yaratıkla ve birbirleriyle dans ettikleri sahneler tekrar tekrar düşürülüyor önümüze. Yani yaratığın yattığı yerden istismarını sürdürmesine yalnız tanık değil, aynı zamanda ortak oluyoruz. Çünkü izliyoruz. Onun istediği şey de tam bu. Bu kurban ritüeline seyirci olmamız. İstemesek de işini kolaylaştırıyor, etkisinin sürmesine katkıda bulunuyoruz.
Peki niye yapıyoruz bunu? İzleyenler olarak merakımızdan, işlerin üreticileri olarak o merakı canlı tutup elimizde olduğu kadar bilgiyi daha çoklarına ulaştırmak için.
Merakımız giderilmiş oluyor mu? Emin değilim. Belki o an… Ama edindiğimiz bilgiyi hazmedip onu bir işe dönüştürecek halde olmuyoruz artık.
Peki bilgi daha çoklarına ulaştırılmış oluyor mu? Kuşkusuz. Fakat sunum yöntemi dolayısıyla ürettiği “duygulanım” bir kolektif felç hali yarattığı için hep beraber öğrendiğimiz şeyin müşterek bir işe dönüşme ihtimali zayıflıyor. Dikkatinizi çekiyorum, bize değil, başkalarına olan bir şeyi seyrediyoruz. Bize de olmasın diye tedbir alacağız önce gayrıihtiyari. Ama aynı tehlike canımıza yapışmadıkça yapacağımız şey “yetkililerin harekete geçmesi”nden ibaret olacak. Adam zaten hapiste? Öyle mi gerçekten? Bu bilgi yalnızca kısmen doğru biz o videoları izlerken. Kaç gündür, hapishanede bile olsa yaparak kendini güçlü hissettiği şeyleri, eskisinden daha çok insanın gözleri önünde yapıyor.
“Enaniyeti kırmak”
Gelelim öbür mevzuya… Yani, serbest kalması ihtimaline…
Böyle bir ihtimal onun için, an itibariyle bambaşka sebeplerle, mesela “siyasi” nedenlerle cezaevlerinde tutulan pek çok başkaları için olduğundan daha fazla var. Bunu hepimiz biliyoruz. İşte bu yüzden, onun gene gücünün nerelere, nasıl ulaştığı anlatılırken çizilen resmin ilk katmanında (aslında düpedüz devleti ve dini korumaya matuf tedbir cümlelerinden ibaret) incecik yasacı ve ahlakçı verniğin hemen altında ağır bir güç mistifikasyonu yatıyor: Herkesle ilişkileri var, teknolojiyi mükemmelen kullanıyorlar, çok zekiler, akılları her kötülüğe çalışıyor, çıkarlarını ve kendilerini korumak için göze alamayacakları şey yok.
Bütün bunları herkeslerin gözü önünde, en üst merciler tarafından korunarak yapan bir örgüt karşısında nedir ki bizim irademizin hükmü? Tam bu yolla, bir anda biz de ekranda izlediğimiz, tekrar tekrar işkence ve tehditle dans ettirilen kadınlarla yer değiştiriyoruz. Ama bu empati değil. Hallerinden anlamıyoruz. Anlasak o sahneleri izleyemeyiz. İzlemeye devam etmek suretiyle içinde yıllar boyunca yaşadıkları dehşetten payımıza düşürüleni alıyoruz sadece… Dayanışmak ya da isyan etmek değil refleksimiz.
“İzleyemedim” dedi bir çok arkadaşım. “İzlemez olaydım” diyorum ben de kaç gündür.
Fakat başka bir şey daha dönüp duruyor aklımda. “Enaniyeti kırmak” dedikleri şey başka yöntemlerle olsa da hemen her tarikatta, hatta kimi politik örgütlerde gayet yaygın olarak başvurulan bir sadakat üretim düzeneği. Bunun için, yani bedenlerin kontrolü için kullanılan tek yöntem tecavüz, taciz ya da estetik ameliyatlar değil. İnsanlara nasıl giyineceklerinin, bir ortaklığın kiminle-nasıl arkadaşlık edeceklerinin, kimden-neden uzak duracaklarının, kendi iradelerini kullanmalarının, meraklarını-ilgilerini inkâr etmelerinin, “gereksiz” sorular sormamalarının, “beka meselesi” nedeniyle mevzuların arka planını çok da karıştırmadan kendilerinden isteneni yapmalarının, yani mümkünse akıllarını askıya almalarının söylendiği her yerde bu mekanizmalar şu ya da bu şekilde işletiliyor. Gündeme ansızın düşüveren bir örgütün gücünün adeta mistikleştirilerek gözümüzün içine içine sokulması ise, geriye kalanların yapıp-ettiklerini adeta görünmezleştiriyor. Hatta ehven ve kabul edilebilir, katlanılabilir bir hüviyete sokuyor. Çünkü vakanın “gündemleştirilme” biçimi, içinde şekillendiği toplumsal, kültürel, ekonomik ve elbette siyasi bağlamı flulaştırıyor. Bir tekilliğe, istisnaya, kazaya dönüştürüyor onu. Ama bu doğru değil. Bu, anlatılan hikâye etrafında kurulan dil aracılığıyla farkında olmadan söylenen, katkıda bulunulan bir yalandan başka bir şey değil.
Mesela, kimi tarikatlarda hocalar müritlerine “rabıta”ya inanmayan akrabalarından uzak durmalarını, çünkü onların kalplerinin hasta olduğunu ve o hastalığın bulaşıcı olduğunu, o “hasta” insanlarla ilişkilerini sürdürmenin sonunun cehennem olabileceğini söyleyebiliyorlar. Dahası var, o tarikatlarda bulunanların çocuklarının başına da türlü çeşit işler geliyor. Ama aileler çocuklarına sosyal ve ekonomik araçlarla bağımlılaştırıldıkları bu yapılardan kopmamak adına sahip çıkmayabiliyor. Böylesi bir durumda yalnız çocuğun değil, ebeveynin haysiyeti de açıkça eziliyor. Evlilik düzenlemeleri mesela, şirket ortaklıkları, hatta sağlık/hastalık gibi durumlar bedenleri ve haneleri kontrol aracına dönüştürülebiliyor.
Kaç gündür dinlediğimiz hikâyede altı çizilenlerle tamı tamına aynı işlevi gören, ama “hayatın doğal akışına uygun”muş gibi sunulan daha nice şantaj ve tehdit yöntemi var. Bütün bunları yapanlar seçim dönemlerinde siyasilerle giriştikleri açık pazarlıklar ve kendilerine birer imtiyaz alanı olarak açılan hayır-hasenat kanalları aracılığıyla meşru ve sözüne itibar edilen topluluklar olarak siyaseten de kutsanıyor. Çünkü buna aracı olan siyasi ekipler de aynı bağımlılık ilişkilerinin oluşturduğu güçle kutsanmak ve meşrulaştırılmak istiyorlar. Derken bütün bu alış-veriş, konusu bizatihi hayatlarımız olan bir evrenin kaidesi oluveriyor. Bu, yalnız dini mevzularla ilgili bir döngü değil. Kimi şirketler ve hatta eli silahlı çeteler de kendi nüfuz alanlarını, başka güç mistifikasyonu söylemleri üzerinden yaratabiliyorlar.
Kamusal işler
Hayır elbette, varmaya çalıştığım yer, bu suç örgütü hakkında haber ya da belgesel yapılmaması gerektiği değil. Elbette yapılmalı, keşke daha çok yapılsa. Günlerce, aylarca tartışabiliriz meseleyi, böyle de yapmamız gerekir. Ama bunu yapma yollarımız ve yordamlarımız hakkında daha çok düşünmemiz gerekiyor.
Adnan Oktar ve çetesi hakkında birkaç gündür şekillenmekte olan söylem ne yazık ki aklı, mantığı, kolektif eylemliliği, birlikte düşünmeyi değil, aksine dünyanın ne kadar kötü, kötülerin ne kadar güçlü-kudretli, onların karşısında her birimizin ne kadar aciz olduğunu, üstelik bütün bu işlerden zarar görenleri gözetecek incelikten de yoksun olduğumuzu, dolayısıyla başımıza gelen bunca belayı hep beraber hakettiğimizi “hissettirecek” bir minvalde ilerliyor. Bu konuda konuşan herkesin meseleyi ne kadar önemsediği, canlarının nasıl yandığı, ne denli öfkeli oldukları, işlerini önemsedikleri, gözler önünde işlenegelmekte olan suçların ürkütücülüğü ahlakçı ve yasacı bir söylemle aktarılıyor. Fakat bu aktarımın yöntemi ve bütün bir olayın bağlamı hakkında yeterince düşünülmemesi, mesela bu hikâyeye tekil bir vakaymış gibi bakılması, bu kıssadan her birimizin değil, hepimizin, yani kamu olarak “biz”im hissemize düşecek olanı zehirliyor.
Şimdi bir kez daha sorayım, eğer bütün bu mevzuları bu yolla konuştuktan sonra Oktar ve ekibi sahiden serbest kalırsa ne olacak? Bunca yıldır mücadele eden insanların hayatları tehlikeye girecek ona şüphe yok. Furkan Sezer’in söylediği gibi, örgütün gücüne güç katılmış da olacak. Çünkü kimse onların masum olduklarını düşünmeyecek. Aksine binlerce yıl ceza almalarına rağmen yırtmalarını sağlayan gücün mistifikasyonunda yeni bir merhaleye ulaşacaklar. Fakat daha bile önemlisi, öfke ve dehşet duygusuyla videoların ve haberlerin başına toplanıp seyretmiş insanlar kabuklarına çekilmek için bir neden daha bulacaklar. Korkuları ve umutsuzlukları, dolayısıyla herhangi bir belayı defedecek güce sahip olduklarından duydukları şüphe katmerlenmiş olacak.
Gazeteciler, belgeselciler, akademisyenler vs. olarak bütün bu ayrıntıları, hele ki yöntemi, gözetmek bizim işimiz mi? Kesinlikle evet. Aslında en önemli işimiz bu. Bilgi üretmek ve yaymakla ilgili bütün işler güçlerini kamu alemle kurdukları ilişkiden alır. Elbette haberlerimizi yapacağız. Hele bu tür davaları takip edip aktarmak yaptığmız mesleklerin tanımı gereği boynumuzun borcu. Bilip de yapmazsak yalnız işimizi yapmamış değil, bilip de duyurmadığımız o suça ortak olmuş oluruz. Başka türlüsü düşünülemez. Ama yöntemi konusunda yeterince kafa yormadığımız hiçbir işi aslında biz yapmış olmuyoruz. Yalnızca araç değil, mesajın içeriğini şekillendiren. Eksik söylemiş Marshall McLuhan, araç kadar önemli bir başka etmen de yöntem… Hangi soruları hangi sırayla sorduğumuz, hangi görüntüleri hangi sözle yan yana gösterdiğimiz, o ekranın ve hikâyenin kompozisyonunu nasıl yaptığımız… Bu aşamaları biz kontrol edemiyorsak, ne yazık ki kontrolü, anlattığımız hikâyedeki kötülere kaptırma ihtimalimiz doğuyor. Bilgiyi üretip yaymakla ilgili işlerin gücünün olduğu gibi en temel zaafının kaynağı da bu ihtimal.