Cumhuriyetin son 50 yılına damgasını vuran isimlerden biriydi Fethullah Gülen. Bir diğeri de Abdullah Öcalan. Recep Tayyip Erdoğan için en fazla “son 30 yıl” diyebiliriz. Ama içinden geldiği Milli Görüş hareketinin de son 50 yıla damgasını vurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Milli Görüş’e ek olarak Ülkücü hareket için de benzer bir durum söz konusu: Alparslan Türkeş ile Devlet Bahçeli ikilisi ve yönettikleri partiler, her ne kadar belli bir oy oranını aşamasalar da ülkenin kaderinde son derece etkili, yer yer de belirleyici oldu.
Bu isimlerin hepsi siyasi yelpazenin “uç” kanatlarında olarak görüldüler. Erdoğan daha sonra merkeze taşınır gibi olduysa da hep “İslamcı” profile sahip bir lider olarak görüldü. Son 50 yıla dönüp baktığımızda merkez sağ ve solun siyasetçilerinin, bir Süleyman Demirel, bir Turgut Özal, bir Bülent Ecevit ya da Deniz Baykal’ın etkilerinin dönemsel olduğunu görüyoruz.
Korkuyor ve utanıyorlar
“Geçtiğimiz ekim ayının gündemini Bahçeli, Erdoğan, Öcalan ve Gülen belirledi” diyeceğim ama duraklıyorum. Çünkü Gülen’in ölümü hiç de etkili olmadı. Her ne kadar takipçileri köpürtmeye çalışsa da cenazesi hiç de görkemli olmadı. Katılanların hatırı sayılır bir kısmının maskeyle, gözlükle vs. kendilerini gizlemeye çalışmaları da bu harekette uzun zamandır en belirleyici olanın “korku” ve “utanç” olduğunu bize gösterdi.
Korku deyince esas olarak devlet geliyor akla. Ama olayın yalnızca bundan ibaret olduğunu sanmıyorum. Artık yurtdışında bile birçoklarının Fethullahçı kimliklerini gizleyerek var olduklarını duyuyoruz. Utanç deyince de akla tabii ki onca kötülük ettikleri Türkiye’nin vatandaşları geliyor.
Türkiye’de cezaevlerinde ve gizlice bazı özel mekanlarda gıyaben toplu namaz kılanlar olmuştur muhakkak, ama kamusal alanda bu yönde hiçbir girişime tanık olmadık. Gülen’in o çok meşhur “altın nesil”inden gözü pek 5-10 kişi onun ölümü vesilesiyle herhangi bir “meydan okuma”ya kalkışmadı. (Tabii ki şaşırmadık.)
Gülen’in ölümünün ardından yerine kim ya da kimlerin geçeceği birkaç gün tartışılır gibi oldu. Ama çok ama çok ilgili kişiler dışında kimsenin bilmediği, fotoğrafını görse tanıyamayacağı bu isimler de herhangi bir şekilde gündem belirleyemedi.
“Medeni ölüm”
Peki neden böyle? Bunda Gülen’in ölümünün epey zamandır bekleniyor olmasının da payı vardır kuşkusuz. Ama esas olan, Gülen’in ve onun 1970 ortalarından itibaren ilmek ilmek ördüğü küresel şebekesinin uzun bir süredir Türkiye’ye ve dünyaya diyecek bir şeyinin kalmamasıdır. Diğer bir deyişle Gülen ve şebekesi çok uzun bir süredir, son dönemin moda tabiriyle “medeni ölüm”ü yaşıyordu. Gülen’in fiziki ölümü bunu da sonlandırdı. Kuşkusuz geride kalanlar ölmediklerini kanıtlamaya çalışacaklar ama işleri çok zor, hatta imkansız. Çünkü:
1) Gülen geride çok güçlü bir miras bırakmadı. 15 Temmuz sonrası bir dönem kamu alanında savunmaya geçtiyse de zamanla sessizliği tercih etti. Yani ortada son ana kadar direnen ve meydan okuyan bir Gülen profili yok. Cenazesinin sönük geçmesinin bunu gösterdiği kanısındayım. Sonuçta geride kalanları motive edebilecek “aziz bir hatıra”dan söz etmek mümkün değil.
2) Uzun uzun anlatmaya gerek yok: Geride kalanların kısa süre içinde iktidar savaşlarına girişmesi ve bunun da kopuş ve ayrılışları tetiklemesi kuvvetle muhtemel.
3) En önemli husus bu harekete yeni katılımların olmaması. Öncelikle insan kaynağı Türkiye’deki okullar ve dershanelerdi, bunlar kalmadı. Yurtdışındaki okulların bir kısmını Ankara yakın markaja aldı. Kaldı ki bu okullarda o ülkelerin vatandaşları okuyor ve bunların arasından Fethullahçı harekete yeni kadrolar devşirmek imkansız gibi. Geriye Fethullahçıların kendi çocukları kalıyor ki bu noktada çok çarpıcı örneklerle karşılaşıyoruz. Fethullahçı ailelerin çocuklarının hatırı sayılır bir bölümü bulundukları ülkelerin kültürleriyle barışık yaşıyor; anne-babalarının tercihlerine çok fazla itiraz etmeseler bile bu tür yapılanmalara karşı ilgisiz ve mesafeli duruyorlar.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Kullanışlı aptallar”
Fethullahçılar, yok olmanın eşiğinde ama bir zamanlar çok iyi bildikleri, zor işleri başkalarına yaptırmaktan, insan kullanmaktan hâlâ vazgeçmiş değiller. Geçmişte Fethullahçılar tarafından kullanılanlardan bazıları kendilerini “kullanışlı aptal” olarak tanımlamıştı.
Garip olan yurtiçi ve dışında birileri hâlâ Fethullahçıların çoktan bitip tükenmiş davalarına destek olmaya devam ediyor. Bunların bazıları Erdoğan iktidarına nefretlerinden dolayı “düşmanımın düşmanı…” mantığıyla hareket ediyorlar. Belli ki Fethullahçıların iktidarın düşmanı olma özelliğini çoktan kaybettiğini kavrayamamışlar.
Bir de Fethullahçıları “bazı yanlışları olmak birlikte aslında iyi insanlar” olarak görenler var ki onlara “Allah kurtarsın” demekten başka yapacak bir şey yok.
Bu noktada birkaç yıldır değişik bahanelerle bana “O kadar suçluyorsun, neden kendileriyle yayın yapmıyorsun?” diye sözümona beni köşeye sıkıştırdıklarını düşünen Fethullahçılara da birkaç laf etmek şart. Kendilerine “gelsin stüdyoya yapalım” dediğimde “ama şununla, bununla skype’tan, zoom’dan yayın yaptın” diye cevap yetiştiriyorlar.
Bir gazeteci, gerektiğinde risk de alır tabii ki. Ama attığınız taşın ürküttüğünüz kurbağaya değmesi lazım. Mesela ölmeden önce Fethullah Gülen’in kendisi konuşmak isteseydi, risk alabilir ve o röportajı/yayını yapabilirdim. Tabii ki istemedi.
Veya bugünkü adı konulmamış yeni “çözüm süreci”nin bazı önemli aktörleriyle konuşmak da pekala risk almaya değebilir.
Ama Türkiye’deki binlerce kişinin mağduriyetini kendisine sermaye edinip dünyanın şu ya da bu köşesinde hâlâ Fethullahçılık oynayan, diyelim ki “gazeteci” kimlikli biri ya da akademisyen görünümlü bir “mahrem yapı imamı” Türkiye toplumunun bilmesi gereken ne söyleyebilir?
Kendileri çalıp kendileri oynamaya devam etsinler.
Ayrılar ayrı yerde aynılar aynı yerde!