“Bu gençlerimizi iktidara gelir gelmez kurtaracağız” diyor. Üniversite öğrencisi Enes Kara’nın hayatına son vermeden bir süre önce çektiği ve arkadaşlarıyla paylaştığı video üzerine tek bir yorum yapmadığı günün akşamında sosyal medyasında “etik sebeplerden dolayı paylaşım yapmayacağım” açıklamasında bulunan Kemal Kılıçdaroğlu, gelen tepkiler üzerine Fikret Bila’ya verdiği röportajda söylüyor bu sözleri. Enes’in videosunu içi parçalanarak izlediğini de ekliyor. İnsan ister istemez, keşke bu gencecik insanın içine düştüğü çaresizliği, tarikat ve aile baskısı karşısındaki tükenmişliğini, geleceğe dair ümitsizliğini anlattığı video, Enes hayatına son vermeden önce izlenebilseydi, diyor. O zaman Enes’e yalnız olmadığını, sorunlarına mutlaka bir çare bulunabileceğini anlatacak insanlar çıkardı. Ama Enes sesini hayatından vazgeçmeden önce duyurabilmiş olsaydı, sanırım kimse “sen seçime kadar bekle, ben seni kurtaracağım” yanıtını vermezdi. Böylesine büyük çaresizlik içinde olan, bu çaresizliğini samimiyetle dile getiren kimseye, sen biraz daha sabret, 18 ay kadar daha bekle, bak her şey güzel olacak demezdi. Nitekim, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu, Kemal Kılıçdaroğlu’nun intihar videosu paylaşmayacağım dediği gün, “Gençlerimize daha çok destek olacağız, hiçbir genç kendini yalnız ve çaresiz hissetmeyecek” açıklaması yapıyordu. Aynı gün Mansur Yavaş’tan da açıklama geldi: “Bu yıl binlerce gencimizi misafir ettik, seneye on binlercesine kucak açacağız ki geleceğimiz karanlıkta hapsolmasın.”
Millet İttifakı’nın olası Cumhurbaşkanı adayları olarak anılan bu üç ismin, herkesi derinden etkileyen videonun tüm çıplaklığıyla ortaya serdiği gerçeğin, cemaatlerin ve tarikatların cenderesine düşen gençlerin çaresizliğinin karşısında verdikleri ilk tepki, bizlere aday olmaları durumunda nasıl bir siyaset vaat ettikleri konusunda da önemli bir fikir veriyor. Bir yanda, belki parti içinde adaylığını istemeyenlerin yanlış yönlendirmesiyle (Muharrem İnce’nin seçim gecesinde yaşadıklarıyla ilgili iddialarını düşünürsek neden olmasın?), belki olup bitenleri tam olarak takip edemediği için, belki de son zamanlarda gönlünü çelmeye çalıştığı muhafazakâr-dindar seçmenle arasını iyi tutmak adına, vermesi gereken tepkiyi veremeyen, verdiğinde de “sabredin, ben sizi kurtaracağım” demekten öteye gidemeyen CHP Genel Bakanı Kemal Kılıçdaroğlu var. Diğer tarafta, gençlerin sorunlarını çözmek için harekete geçeceklerini belirten ve yönetimi de bu konuda harekete geçmeye çağıran iki büyükşehir belediye başkanı.
CHP Genel Başkanı, bir süredir toplumun farklı kesimlerinin sorunları karşısında hep aynı sihirli değneği gösteriyor. Bu ülkede bir gelecek beklentisi kalmayan öğrencilerin, işsiz gençlerin, atanamayan öğretmenlerin, emeklilikte yaşa takılanların, haksız yere KHK ile ihraç edilenlerin, özgürlükleri gasp edilenlerin, pandemi şartlarında hakkınız ödenmez deyip hakları ödenmeyen sağlık çalışanlarının, şiddet gören kadınların, enflasyon ve fahiş zamlar altında ezilenlerin, ev kirasını, elektrik faturasını ödeyemeyenlerin, barınamayanların karşılaştıkları sorunlar karşısında aynı formüle başvuruyor: “Siz bana oy verin, ben iktidara gelince hepinizi kurtaracağım”. Elbette bir muhalefet partisi liderinin iktidara talip olduğunu söylemesinden, iktidara geldiğinde halkın karşı karşıya kaldığı sorunlara kalıcı çözümler getirmeyi vaat etmesinden doğal bir şey yok. Ancak yaşamımızı derinden etkileyen her türlü can yakıcı sorun karşısında anamuhalefet partisi liderinin normal şartlar altında 18 ay sonra yapılması beklenen bir seçimi işaret etmesi, sihirli bir değnekle bu sorunların tümünü bir çırpıda çözeceğini söyleyerek bir kenara çekilmesi, tam da iktidarın muhalefetten beklediği tarzda bir siyasetsizlik haline yol açıyor.
AKP ve Erdoğan iktidarının uzun zamandan bu yana, herhangi bir sorunu çözmek yerine o sorunun çözümünü kendi iktidarının varlığını sürdürmesi ve gücüne güç katması koşuluna bağladığı ve bunun için hep bir sonraki referandumun, bir sonraki seçimin kazanılması gereğini ileri sürdüğü bir “siyasetsizlik” rejimini norm haline getirmek için çabaladığını biliyoruz. Seçmene, yıllardır referandumda evet oyu verirse ülkeye hem istikrarın hem demokrasinin geleceğini, sandıkta bir kez daha kendisine oy verirlerse ekonominin uçuşa geçeceğini, terörün sona ereceğini, güvenlik tehditlerinin bertaraf edileceğini vaat edip duruyor. Kazandığı her seçimin ardından bir sonraki seçime tarih verirken, iki seçim arası dönemde her türlü siyaset imkânını bertaraf etmek için üstün bir çaba harcadığına şahit oluyoruz. Bu çabalara, muhalefeti gayr-ı meşru addetmek, toplumdan gelen talepleri yerine getirmeyi kendi mutlak iktidarından feragat olarak görmek, ifade özgürlüğü ve protesto hakkının kullanılması gibi demokratik siyasetin olağan araçlarını tehdit olarak algılamak ve algılatmak da dahil. Böylece, düzenli aralıklarla yapıla(bile)n seçimler nedeniyle rekabetçi otoriterlik olarak adlandırılan bu rejim altında, sandık, demokrasi illüzyonunun canlı tutulabileceği tek araç olarak kalıyor. Tıpkı sorunların çözümü gibi, halkın demokrasi özlemi de hep ileri bir tarihe ötelenebiliyor.
Özellikle ekonomi konusunda, sorunlara çözüm getirecek gerçek bir adım atamayan iktidarın, halka vaat edebildiği tek şey ileride bir zamanda, çok yakın bir gelecekte, işlerin yoluna gireceğine dair ümidi canlı tutmak. Uzun süreden beri, iktidar temsilcilerinin yaptığı açıklamaların her şeyin düzeleceği ileri bir tarihe işaret ettiğine tanık oluyoruz. Damat bakan Berat Albayrak, 2019 yılının Mart ayında, “Şubat ocaktan hakikatten çok daha iyi. Mart şubattan daha iyi, nisan da marttan daha iyi olacak. Nisandan sonra çok daha güçlü bir Türkiye ekonomisi ortaya çıkacak. Biz umutluyuz” diyordu. Yeni Ekonomi Programı’nı açıkladığı 2020 yılı Eylül’ünde ise, “Enflasyonun 2020 yılı sonunda yüzde 10,5’e gerilemesi, 2021 yıl sonunda yüzde 8 olarak gerçekleşmesi”ni hedeflediğinden bahsediyordu. Daha pandeminin ilk aylarında, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin krizi fırsata çevireceğini, virüsün Çin kaynaklı olması sebebiyle küresel piyasalarda Çin’den boşalacak yeri Türkiye’nin dolduracağı müjdeliyordu. Arada geçen süre zarfında ümitsizliğe kapılmaması için, halka Karadeniz’de doğalgaz, Balıkesir’de, Bilecik’te, Kütahya’da altın madenleri müjdeleri veriliyor, ekonominin çok yakın zamanda, özellikle de bir sonraki seçime kadar şaha kalkacağı ilan ediliyordu. Daha geçen yaz, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “Görecekseniz temmuz ayından itibaren ülkemin ekonomisi öyle bir atağa kalkacak, öyle bir sıçrayacak ve büyüyecek ki etrafımızdaki Almanya’sı, Fransa’sı, İngiltere’si, İtalya’sı ve hele o her şeye burnunu sokan ABD’si de çatlayacak, patlayacak” diyerek gelecek güzel günlerin çok ama çok yakın olduğunun haberini veriyordu. Bu müjdeler tutmayıp Cumhurbaşkanı’nın faiz-enflasyon ısrarı ile ekonomik dengeler alt-üst olduğunda sahne alan Bakan Nebati’den de benzer bir açıklama geldi. Bakan, enflasyonun tek haneli rakamlara inmesi için seçimlerin yapılacağı 2023’e randevu verdi. Bir kez daha enflasyon altında ezilen halktan sabretmesi, bir sonraki seçimi beklemesi istendi.
Şunu iyi biliyoruz ki, sürekli hayali düşmanlar yaratan, dış mihrakları, iç mihrakları, işbirlikçileri, şunu ya da bunu suçlu tutan, başarısızlıklarının sorumluluğunu almayan, zora düşünce, “Ben yoktum, ben o zaman Cumhurbaşkanı’ydım” diyerek kendini temize çeken, zorluklar altında ezilen halkı hayali müjdelerle oyalayan iktidarın bundan sonrası için gerçek sorunlara gerçek çözümler bulabilecek bir siyaset üretme imkânı yok. Tam tersine, muhalefet ve toplum için siyaset imkânını ne kadar ortadan kaldırırsa kendi zamanını o kadar uzatabileceğinin farkında. Ancak muhalefetin de iktidarın yarattığı bu rüzgârın peşine kapılıp sorunların çözümü için tek adres olarak sandığı göstermesine ne demeli? Erdoğan’ın “sokaklara döküleceklermiş” sözlerine yanıt olarak “sokağa çıkmayacağız, sabırla sandığı bekleyeceğiz”, “otoriter yönetimi sandık yoluyla değiştireceğiz” ya da “seçime kadar sabredin, ben sizi kurtaracağım” demekle, “seçime kadar bekleyin, bir kez daha oyunuzu bize verirseniz, bu sefer gerçekten Türkiye’yi şaha kaldıracağız” demek arasında ciddiye alınacak bir fark var mı? Ya olmazsa ya otoriter yönetim sandık yoluyla değiştirilemezse? O zaman muhalefet bir sonraki seçime mi randevu verecek?
Her iki kapı da aynı siyasetsizliğe çıkmıyor mu? Toplumu siyasal alanın dışına iterek demokratik taleplerini dile getirmenin farklı yollarını kapatmıyor mu? Aynı her şeyin doğrusunu bilen -gaddar- kurtarıcı baba ya da gençlerle konuşurken Kılıçdaroğlu’nun tercih ettiği şekliyle onların iyiliğini isteyen -tonton- “amca” figürüne açılmıyor mu? Gerçekten, gençlerin -ve toplumun geri kalanının- onları kurtaracak bir amca ya da babaya değil de, amcaların, babaların ve onlar için neyin iyi olduğunu bildiklerini sanan bağnaz zihniyetli “büyüklerin” onlar adına karar alıp ileri tarihe randevu vermesinden kurtulmaya ihtiyacı olduğunu, en azından Enes’in çığlığı hala kulaklarımızdayken düşünemez miyiz?
Ülkü Doğanay’ın önceki yazıları:
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Yalan söyleme, gözlerime bak bu kez
Öyle OHAL komisyonları vardı ki onlar aslında hiç yoktular
Bir ihtimal daha var – Gidiyor gitmekte olan
İlk sahibinden az kullanılmış kamu hizmeti – AKP’nin Kılıçdaroğlu videoları