Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Burak Bilgehan Özpek yazdı: Unutulmaya yüz tutmuş geleneksel bir Türk sanatı olarak fişleme

Fişlemek garip bir sözcük. Dilimize Fransızca’dan giren ve etiket anlamına gelen “fiche” kelimesinden türüyor. Bu kelimenin fiil hali ise eski Fransızca’da hızlandırmak anlamına geliyor. Yani fişlemek aslında bir sürecin hızlanmasına işaret ediyor. Zaten nesnelerin üzerine yapıştırılan kağıt parçaları da bize en kısa ve öz şekilde aşinalık kazandırmayı amaçlar. Böylece fişlemenin sadece bir şeyi tanımlamadığını, aynı zamanda bunu olabildiğince hızlı ve kısa şekilde başardığını söyleyebiliriz. Tam da ülkemizdeki kullanım amacına uygun bir kelime bu. Okuyanı ayrıntıya boğmayan ve kişiyi olabilecek en hızlı şekilde tanıtan birkaç kelimelik izahat yetiyor. Öte yandan sorulması gereken soru, hıza niçin ihtiyaç duyduğumuz. Elbette fişlenmesi gereken çok fazla insan olduğu için. Binlerce kişinin fişlenmesi icap ediyorsa, olabildiğince pratik olmak zorundasınız. Önce belirli kelimeler bulmanız ve insanları bu kelimelerin içine sıkıştırmanız beklenir. Yeniden etimolojiye dönersek, İngilizce’de yaftalama kelimesinin karşılığı olarak kullanılan “label” sözcüğünün eski Cermen dilinde dürülmüş kağıtları bir arada tutan ip anlamına gelmesi tesadüf değil. Yani fişleme öz olmalı, hızlı olmalı ve olabildiğince kapsayıcı kelimeler kullanarak dağınık halde duran insanları bir araya getirerek, tek bir kelimeyle onları tanımlamalı.

Fişleme sanatının bu incelikleri aslında fişlenenden daha çok fişleyen hakkında bize fikir veriyor ve meselenin ironisi de tam olarak burada başlıyor. Bizler fişleyenin kavram dünyasının esiri durumundayız artık. O dünyayı nasıl algılıyorsa, insanları kategorize ederken hangi kelimeleri kullanıyorsa biz de insanları o şekilde tanıyoruz. Onun okuduğu kitaplar, gezdiği şehirler, izlediği filmler ve o zamana kadar karşılaştığı insanlardan edindiği izlenim kadarız aslında. Onun kafasındaki birkaç tipolojinin ya içindeyiz ya da dışındayız. Bu durum aslında, şu anda olduğu kadar büyük bir sorun teşkil etmiyordu geçmişte. Toplumların kendi içlerinde pek farklılaşmadığı, insanların kendi hayatları üzerine çok fazla düşünmediği, anlam ve mutluluk arayışının günümüz kadar yüksek olmadığı ve insanların karşılaşma zeminlerinin bu denli çeşitlenmediği dönemlerde fişleyenin algılamaları ile fişlenenin kişiliği arasındaki mesafe şimdiki kadar fazla değildi. Kişinin etnik kökeni, mezhepi, siyasi ideolojisi, mezun olduğu okul ve geldiği aile onun hakkında siyasi otoritenin bir fikir sahibi olmasına yetiyordu muhtemelen.

Ancak günümüzde insanları anlamak ve tanımlamak oldukça zor. Onların eylemlerine birkaç değişkenin yön verdiğini düşünmek yanıltıcı olur. Artık kişilerin hayatları mensup oldukları kimlik grubunun eskisi kadar etkisinde değil. İnsanlar kendilerine kollektif bir kimliğin kabilesine daha az ait hissediyor ve ilişkilerini kendi kodlarına işlediği düşünülen türcü içgüdüler yerine daha akılcı ve daha faydacı zeminlerde kurmayı tercih ediyor. Bu yüzden Kürt meselesine karşı duyarlı bir Türk veya cemevlerine ibadet statüsü verilmesini savunan bir Sünni’ye rastlamak artık kimseyi şaşırtmıyor. İmam Hatip mezunu bir ateist, ülkücü bir babanın liberal kızı veya devrimci ailelerin apolitik çocukları gördüğümüz zaman şaşırtıcı hadiseler değil. İdeolojiler ise sağ, sol, liberal, sosyalist, muhafazakâr veya Kemalist diye bir çırpıda tanımlayamayacağınız derecede karmaşıklaşmış durumda. Her ideoloji kendi içinde farklı yorumlanıyor ve bu yorumlar kaçınılmaz olarak kendi takipçilerini yaratıyor. Yani bir davanın peşinden giden insanlar, birkaç yayınevinin lütfedip Türkçe’ye çevirdiği kaynaklarla sınırlı bir dünyada yaşamıyor. Herkesin aynı şeyleri okuyup ezberlediği bir dönem geride kaldı artık. İnsanlar hem daha fazla yazılı kaynağa erişebiliyor hem de sosyal medya sayesinde, toplumu kendi cemaatlerinden ibaret sandıkları için kafalarında oluşan türdeşliğin aslında ne kadar zayıf olduğunu fark ediyorlar. İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte, gün içinde birçok durum ile muhatap oluyorlar. Bunlar geçmişte yaşanan dramatik olaylardan farklı. Belki Hitler Paris’e girmiyor, Stalin tehditler savurmuyor, Japon uçakları ABD’yi vurmuyor veya Arap liderler İsrail ile savaşmaya kararlı olduklarını söylemiyor ama dini açıdan kutsal bir gecede rakı içtikleri için işinden kovulan havayolu şirketi çalışanları, bir gösteriyi bastıran polis ekiplerinin orantısız şiddeti, şiddete ve tacize uğrayan kadınların yaşadıkları endişe gibi yüzlerce gündelik hayat problemi gözler önünde yaşanıyor. Bunların hepsi çözüm bulunması gereken sorunlar ve insanlar bu binlerce problem üzerinde kafa yoruyorlar. Bu durum haliyle onları, bir ideolojinin sıkı disiplininden uzaklaştırıyor ve daha esnek olmaya itiyor. Yani, saf haliyle herhangi bir ideolojinin sadık bir hizmetkârını bulmak gerçekten çok zor. Zaten bu tip iman etmiş insanların gördükleri itibarın da ne kadar sınırlı olduğunu söylemeye gerek bile yok.

Bu yüzden fişleyen ile fişlenen arasında artık aşılmaz dağlar var. Geçmişe nazaran daha fazla bireyselleşen, tercihleri olan, kendisini bir sıfat ile ifade etmeyi sınırlayıcı bulan ve var olurken aklı dışında hiyerarşik bir yapıya teslim olmayı reddeden insanlar var etrafımızda. Fişleyenin dramı da bu. O kendi kafasındaki şablonlara bu insanları sığdırmak zorunda. Ne dese eksik kalacak. Ne dese bir gerçeği ıskalamış olacak. Ne dese kendini ifşa etmiş olacak.

Böylece fişleyenin fişlenmesi olgusu ile tanışıyoruz. Tanık olduğu bir fikri, gördüğü bir imajı veya edindiği bir intibayı bir kalıba sıkıştırma gayreti artık nesneyi tanımlamaktan ziyade özneyi tanımlıyor. Yani fişleme eylemi, fişleneni değil fişleyeni faş ediyor. Onun dünyası hakkında bize bilgi veriyor. Onun kimliğini bize söylüyor. Mesela, Perinçek veya Özdağ’ı eleştiren insanları hoyratça hiç çekinmeden “FETÖ’cü” olarak fişlemek, fişlemeyi yapan insanların ideolojisini tanımlıyor, onların fişlediklerini değil. Ya da muhalif medyayı kategorize eden ve onların ideolojik eğilimlerini tespit ettiğini iddia eden hükümet kaynaklı bir fişleme listesi, fişlemeyi yapan memurun cahilliğini ve siyasal ideolojiler hakkında en ufak bir fikri olmadığını söylüyor bize. Hükümetin ekonomi politikasını kurumsal liberal perspektiften eleştiren bir akademisyen gördüğü zaman zihninde bankamatiklere molotof kokteyli atan bir devrimci canlanan üniversite rektörü de yaptığı fişleme ile kendi partizanlığını ifşa ediyor. Ya da başörtülü bir üniversite öğrencisini sırf dindar olduğu için AKP’li zanneden, muhalif olmasına ihtimal vermeyen bir sosyal medya fenomeni de sadece ve sadece kendisini fişliyor.

Artık fişlemek o kadar imkânsız bir hal almış durumda ki kafasındaki şablonları zorla gözüne kestirdiği kişilere oturtmak isteyenler bir durum tespiti yapmak yerine karalama ve itibarsızlaştırma kampanyasının bir parçası oluyorlar. Fişleyenin eski devirlerdeki gizemli ve otoriter kişiliği kayboluyor, yerini parayla tweet atan bir sosyal medya trolünün ergen hezeyanlarına bırakıyor. Öyle ki, fişleyen iddiasını ispatlamak için daha fazla gayret göstermek zorunda kalıyor. Gözüne kestirdiği hedefinin, yazılarını tahrif ediyor, konuşmalarını kesip biçiyor ve eski sosyal medya mesajlarını cımbızlayarak aslında var olmayan ama kendisinin var olmasını arzu ettiği kişiyi yaratma işine koyuluyor. Bu sayede ölmekte olan geleneksel bir Türk sanatından, yani fişlemeden bahsedebiliyoruz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.