Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Gelecek korkusuyla geçmişe sığınmak – Muktedirin rehini olmak

Berrin Sönmez’in, Duvar’da yayınlanan TOKİ yazısını okurken aklıma, Evrensel Gazetesi’nde 16 Kasım 2015’te yayınlanan bir mektup geldi. Türkiye’nin başaşağı yuvarlanmaya, düşmeye ve çakılmaya başladığı yıl 2015. 7 Haziran seçimlerine güle oynaya hazırlanmıştı ülke. Herkesin beklentilerini ve belli ki mevcut idarecilerin becerilerini, dünya tahayyüllerini aşan bir çoğulculuk talebi çıkmıştı sandıktan. O akşam ahretliğimin evinde birkaç arkadaş umutla, neşeyle, kahkahalarla izlemiştik seçim sonuçlarını veren televizyon programlarını. Emin Çapa’nın, sonuçları gördüğü halde henüz yasaklar kalkmadığı için söyleyemediği ama sevincini de gizleyemediği halleri gözümün önünden gitmez hâlâ…

Seçim sonuçlarını izlediğimiz evde biri, kim olduğunu katiyen hatırlamıyorum, “Bunu memleketin yanına bırakmazlar” demişti. Sönüverdiğimi hatırlıyorum birden. Seçim AKP’nin kaybettiğini gösterse de bir kazanan tayin etmemişti çünkü. Haklı olabilirdi bunu yanımıza bırakmayacaklarını söyleyen arkadaş. Çok geçmeden memleketi, yani dünyayı başına yıktılar on binlerce insanın.

O iki seçim arasının bütün faillerinin aynı kuyuda haşrolunmalarını dilerim… Umarım yüzleri yerde hesap verecekleri günleri de görürüz tez vakitte.

Sonra 1 Kasım seçimleri oldu. Siyaset zorla, şerle ve şiddetle yeniden tasarlanmıştı… Suruç, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul’da, yüzlerce insanın canına kast eden bombalı saldırılar; yaşadığı kasabanın çocuğunu asker ettiği ordu tarafından kuşatıldığına şahit olan insanlar; günler süren sokağa çıkma yasakları; derin dondurucularda, sokak ortalarında cansız bekletilen o sevgili bedenler; evlerinden bir kez daha ağır şiddetle sürülen insanlardan kalan duvarlara, aynalara yazılan aklın, havsalanın kabullenemeyeceği çirkinlikte sloganlar, küfürler…

Sözüm ona kazılan “hendek”lerin hesabını soruyorlardı… Görklü devletin egemenlik kurgusuna başkaldıranlar vardı zira. “Egemenlik sureti” çıkarttılar sonra yaptıklarıyla, söyledikleri kadar, söylemedikleriyle de… Kuşkusuz cumhuriyet tarihinin en karanlık safhalarından biriydi yaşadığımız.

Memleket, yalnız kuşatılan şehir ve kasabalarda yaşayanlar değil, bütün memleket, kendi olmak istediği için cezalandırılıyordu gözlerimizin önünde. Ne istediğini ve kimi istemediğini, iradesini gayet meşru partilere oy vererek deklare ettiği için… Nicedir zamanını bekledikleri şedit gösterinin sahnesini Kürt şehirlerine, kasabalarına kurmuş, onların nezdinde bütün ülkeye gözdağı vermiş, yapışıp kaldıkları iktidarlarını korumayı başarmışlardı nihayet…

1 Kasım gününü Diyarbakır’da geçirmiş, ardından Mardin’e gitmiş, sonunda oradan İstanbul’a dönmüştüm. Elim ayağım kesilmişti sanki döndüğümde. Taaa iliklerimde hissediyordum utancı ve öfkeyi. Gözümüzün önünde olan o şeye engel olacak bir siyasi güç nasıl biriktirememiştik ki biz? Kim miyiz biz? O şiddetin tanıkları! Biz olmaya bu da yetmiyorsa, bilmiyorum ki ne yeter?!

Bu bizim sorumluluğumuzdu. Yurttaştık ya biz hani? Bu şeyi durduramayandan yurttaş olur muydu hiç? Kurduğumuz çatının tepemize yıkıldığı böylesi büyük bir felaket karşısında bile dayanışamayacaksak, aynı sofralara oturmuşluğumuzun, “kız alıp, kız vermişliğimizin,” geçmişte dedelerimizin aynı cephelerde omuz omuza vuruşmuşluğunun, hatta aynı dine inanıp, aynı kıbleye dönerek ibadet etmişliğimizin ne manası vardı yani? Bu büyük dayanışmayı erteledikçe, idare edemeyeceğini, yani sömüremeyeceğini anladığı memleket ahalisini kendine benzetmeye çalışanların elinde oyuncak oluyordu çoluk çocuğumuz, emeğimiz, geleceğimiz… Faile öfkelenmekte ne var? Herkes yapar onu…

İçi yanık bir mektup

Yazının başında sözünü ettiğim mektup, o esnada yayınlandı… O kadar çok okudum ki ezberledim adeta mektubu… Türkiye’de siyaset ne, kim yapıyor, kime yapıyor sorusuna kafa yorduğum her işimde dilimde değilse bile aklımdadır. Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Artemis Fabrikası’nda 17 yıldır çalıştığını söyleyen bir işçi arkadaş yazmıştı mektubu. Gazete “AKP’ye neden oy verdim” başlığı atmıştı. Aldığı maaşı, yaşam koşullarını, yani hal beyanını sayıp döktükten ve mektubu Evrensel’e göndermesinin gerekçelerini de izah ettikten sonra şunları söylüyordu arkadaşımız… Fazla kısaltmadan aktarıyorum:

“Bütün işçilik hayatımda ilk kez bu seneki 1 Mayıs’a fabrikadaki arkadaşlarla birlikte Gebze’de katıldım. Önceden 1 Mayıs’ı televizyonlarda izler, doğrusu olumsuz düşünürdüm. Hatta 1 Mayıs’a gideceğimi eşime bile söylemedim. Ancak arkadaşlarla metal işçilerinin grev ziyaretlerine, Gebze’deki Emek Partisi’nin düzenlediği Soma ile ilgili panele, fabrikadaki arkadaşlarla birlikte gitmem, 1 Mayıs’a katılma konusunda bana yardımcı oldu. Fabrika pankartımızın arkasında arkadaşlarla yürümek başka fabrikaların işçileriyle bir arada olmak beni çok etkiledi. Gebze Organize’deki Arçelik LG işçilerinin direnişine kendimce katkılar sundum. Çalıştığım bölümde Arçelik LG işçileri için yardım toplamada görev aldım. Birkaç kez direniş çadırını ziyaret ettim. Hayatım boyunca MHP ve AKP’ye oy verdim. Haziran’daki seçimde sandığa gitmedim. Gitseydim Haziran’da AKP ya da MHP’ye oy vermeyecektim. HDP’ye oy vermeye de sıcak bakmadım. Fabrikamızda 2-3 Kürt işçi var. Onlarla herhangi bir sürtüşmem, onları hor görme gibi bir tutumum olmadı. Bence bir tarafta işçiler var, diğer yanda patronlar var. Bu bölünme dışındaki Türk-Kürt bölünmesi hepimize zarar verir.

Ben 15 yıl borçlanarak Tuzla, Aydınlı’da bulunan TOKİ konutlarından ev aldım. Daha 13 yıllık borcum var. Ayda aidat dahil 530 lira ödeme yapıyorum. Taksitlerimiz 6 ayda bir enflasyon kadar artıyor. Haziran’dan sonra hükümet kurulamaması sonucu benimle aynı durumda olan binlerce işçiyi istikrar bozulacak kaygısı aldı. Benim oturduğum TOKİ konutlarında yaklaşık ailelerle birlikte 6 bin insan yaşamaktadır. TOKİ’den 15 yıl borçlanarak ev alanların büyük çoğunluğu benim gibi fabrikalarda çalışan işçilerdir. TOKİ yönetimi bizlere yaptıkları toplantılarda sürekli olarak ‘İstikrar bozulursa, AKP tek başına hükümet kuramazsa taksitleriniz çok artar. Bakın döviz fırladı gitti, faizler arttı, zar zor ev sahibi oldunuz. Yanlış yaparsanız eviniz de gider’ dediler. Fabrikaya geldiğimde kendimi güvende hissederken, yaşadığım konutlara gittiğimde kendimi yalnız, çaresiz hissetmeye başladım. Fabrikada başka şeyleri konuşurken, eve gittiğimde başka şeyleri konuşur hale gelmiştim. TOKİ yönetimi neredeyse üç gün arayla oturanlarla toplantı yapar hale gelmişti. Ben 1 Kasım seçimlerinde oyumu AKP’ye verirken bir işçi gibi değil, TOKİ’den 15 yıl borçlanarak ev almış birisi gibi davranmak zorunda kaldım.”

Bu mektup, o kadar çok şey anlatıyor ki… Her cümlesinden hayatın alabildiğine siyasi olan içeriği dökülüyor. İşyerinde örgütlenerek, dayanışmaya dahil olarak edindiği ayakta kalma ve “biri” olma gayreti, başını soktuğu TOKİ aracılığıyla borçlandığı devletin üç günde bir kapısına gelip “Bana borçlusun, borçlusun bana” diye sıkıştırdığı daracık köşede soğuruluyor adeta… İşte bu yüzden, AKP’ye oy verirken kendini “Zorunda kaldım” diye ifade etmesi kalbinin ne denli kırıldığının işareti… Kendini fabrikada, yani iş arkadaşlarıyla birlikteyken, patronla mücadele üzerinden kurulmuş bir dayanışmanın parçasıyken güçlü; evine gittiğinde yalnız ve çaresiz hissediyor… Devleti ellerinde tutmak isteyenlerin kurduğu ittifakın onu yalnızlığından ve çaresizliğinden kıskıvrak yakaladığının farkında. İçine düştüğü zorluktan belli ki mahcup ve bu mektup bu mahcubiyetin ona ne denli ağır geldiğinin bir işareti. TOKİ aracılığıyla altına girdiği borç yükü, kendi evinde bizzat devlet tarafından rehin alınması sonucunu doğurmuş. Kimin içine siner ki bu?

Hani şu “egemenlik sureti” vardı ya yukarda bahsettiğim, kuşatılmış şehirleri şedid birer sahneye dönüştürerek kurulan… Onun tam karşısında da bu var. O suretin aynadaki aksi… Bu da o “egemenlik sureti”nin o sahneyi izleyende bulduğu karşılık, hani derler ya o sahnenin anlam ve önemi… Kalp kırıcı, incitici, insanı yersiz-yurtsuz ve kimsesiz bırakan türden… Ama durun, o şedid sahneleri “Sizin başınızda bir devlet var, korkmayın” demek için kurmuşlardı değil mi?!

Konforlu rehin alanları

AKP’nin en usta olduğu iş bu. Bağımlılıklar üretmek ve rehin almak… Bunu yalnız, mektubunu okuduğunuz işçi arkadaşa ve pek çok yolla evinde, yapayalnız kıstırıp yakaladığı her sınıftan insana yapmıyor. Hukukla dalga geçilen mahkemelerde sözüm ona mahkûm edip cezaevlerine koyduğu insanlar için rehin diyoruz ya… Birazdan işaret edeceğim rehinlik durumuyla karşılaştırıldığında onlar bayağı iyi durumda sayılırlar. Pek çoğu başlarına ne gelirse gelsin, en iyi bildiği şeyden, mücadeleden vazgeçmiyor ve bize her şeye rağmen hâlâ yapılabilecek bir şeyler olduğunu hatırlatmaktan yorulmuyor.

AKP’nin bir de konfor alanlarına sıkıştırıp rehin tuttuğu insanlar var. Onları, AKP’yle yarışırken görüyoruz. Şu ya da bu şekilde, AKP’nin tarif ettiği kavramlar içinden, onun dilinden ve yönteminden kat’a şaşmayarak yapıyorlar bu yarışı. Birbirleriyle AKP ve ortağı gibi olmak, onlara daha çok benzemek için yarışıyorlar. Zaten gani gani bulunan ortak dertlerimizi konuşmak yerine, kendi geçmişlerinden geleceğe ne taşıyabileceklerini hesaplayarak buldukları alelacayip denklemler üretiyorlar. Gülecek yerlerimiz acımasa salıverirdik kahkahalarımızı, ama halimiz hal değil…

Ardından başlıyor sorular, “Bakın ne kadar çok dolaşıyoruz, insanlara da dokunuyoruz, konuşuyoruz onlarla. O zaman anketler bizi düşük gösteriyor.” Komplo teorileri icat ediyorlar birbirleri hakkında. Uzlaşmak ve dayanışmak üzere kurdukları masalarda, henüz sahip olmadıkları şeyleri paylaşmak için kapışıyorlar. Vay be! Uzak ve yakın geçmişin sınır çizgilerini sahiplenmek suretiyle farklılaşmaya çalışıyorlar birbirlerinden. Memleketin şu içine düştüğü halde, o çizgilerin ne denli silikleştiğini, can havlinde ortaklaşmaktan başka çaremiz olmadığını görecek kadar bile açmıyorlar gözlerini bugüne.

Onlar bu haldeyken, seçim yatırımı olaraktan AKP, üstelik başvuranlardan iade etmemek üzere 500’er lira alarak asrın konut projesini görücüye çıkartıyor ve iki gün içinde 2 milyon başvuru alıyor. Konfor alanlarına hapsedilmiş olanların bu manzaraya bakarak şu iki yoldan birine saptıklarını tahmin ediyorum: “Bu halk anlamıyor başına geleni, ne kadar anlatsak gene anlamıyor” ya da “Ne yaparsak yapalım, bu adamdaki siyasi deha bizde yok.” Adamın bütün siyasi dehasını, yoksulu borcuna, sözüm ona rakibi olan siyasetçileri de sınırlarını kafasına göre çizip, keyfine göre değiştirdiği konfor alanlarına hapsederek rehin almaktan ibaret olduğunun farkında bile değiller. Gözlerini ondan ve onun rehinelerinden alamadıkları için özgüvenlerini kaybedip, onunla kurallarını sürekli değiştirdiği yarışta yenişmeye çalışıyorlar. Kendi konfor alanlarından çıkmadan, yani kendilerini aşmadan, onu yenemeyeceklerini görmüyorlar bile. Güç istiyorlar, iktidar istiyorlar, geleceğe talipler, makam mevki dağıtacaklar, muslukların başına oturacaklar, ama daha “Reis”in kendileri için belirlediği sınırların dışına çıkacak cesaretleri bile yok.

Yok hayır, hiç de umutsuz değilim… İnsanlar hapsedildikleri yerlerden ulaşabildikleri herkese dayanma ve mücadele azmi aşılamaya çalışırken; memleketin hiç beklenmedik yerlerinden sıkıştırıldığı köşede artık devam edemeyeceğini, mevcuttan daha da azalamayacağını bilen insanlar her şeyi göze alıp, dağı, taşı, hayvanı, deresi, ormanı için direnmekten vazgeçmezken umutsuzluk da bir konfor alanı. Umutsuzluğun rehini olmanın hiç alemi yok.

Ayrıca beliren nice alametler var. Geçen hafta şahit olduğumuz masa sarsıntısına bakarak umutlanacağım müsaadenizle. O sarsıntı sayesinde biz, kimin neye dayanarak hangi vadeye kalabileceğine dair manidar işaretler gördük. Geleceği görüp telaş içinde geçmişe sığınanlar oldu mesela. Bu sığınma refleksiyle, hangi konuda neden muhatap alınmayacaklarını da bizzat ifade ettiler. Adeta kendilerini dışladılar gelecekten… Hayırlısı olsun!

*Kapak fotoğrafı sanatçı Frank Plant’ın kişisel internet sitesinden alınmıştır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.