Temsili demokrasinin öz yurdu Avrupa, uzun bir süredir derin bir siyasi krizle karşı karşıya. Siyasi merkez (sağlı-sollu) düzenli olarak zayıflıyor ve ‘aşırı sağ’ (hatta faşizm) tehdidiyle bir türlü başa çıkamıyor. Yarattığı krizlerin yapısal nedenleriyle yüzleşmek yerine, yeni fırsatlar üretmeye çalışan ve mevcudu sürükleme derdindeki “merkez” ise geçici stratejiler veya yeni bir denge (konvansiyon) yaratmaya peşinde. Avrupa Parlamentosu seçimleri ile İngiltere ve Fransa’daki sandık sonuçları, bu tabloya ilişkin tartışmaları güncelledi. Ancak hadise, hala körlerin fili tarifinden daha ikna edici bir konsensüs yaratabilmiş değil. Bir yerden bakınca aşırı sağ durdurulmuş, baraj etkili olmuş görünüyor; bir başka yerden bakınca değişen hiçbir şey yok; daha başka bir perspektif ise tehlikenin daha da büyüdüğünü anlatıyor. Ayrıca her argümanın taraftarları, kendisini destekleyecek veriyi temin edebiliyor.
Son yıllarda, (biraz da art niyetli olarak) siyasetteki neden-sonuç ilişkilerine bakışta yapısal bir “karartma” var: Yeni bir durum ortaya çıktığında, gelişmenin nedeni, hemen en çok konuşulan değişkene bağlanıyor. Sadece konuşulan veya konuşulması istenen faktöre bağlı açıklamalar elbette yeterli olmuyor hatta yanlış yerlere götürüyor. Yine son yıllarda indirgeme ve sorunlu genellemeler konusundaki etik ve bilimsel ihtiyatlar da çok zayıfladı. Tek bir kişiye, tek bir söze, tek bir hadiseye bağlanmış ve soru sormadan sadece talep edilen cevaplar için veri üretme çabası çok önde. Siyaset esnafı (siyasetçilerden ibaret değil), “bak gördünüz mü..” diye başlayan cümlelere malzeme temin etmeye çalışıyor. Mesela İngiltere seçiminde, oy oranı yerine milletvekili sayısını baz alarak, “Aşırıcı Corbyn gitti merkezci Starmer ile tarihi zafer geldi” yorumunda olduğu gibi. Yedi sene önce Fransa’da aynı müjde, Macron için verilmiş epey alkış almıştı.
Sayısal değişim söz konusuysa, bakılması gereken yer, esas öznenin (seçmenin) motivasyonu olmalı. 31 Mart sonuçları da, bakılan yere bağlı olarak farklı yorumlara neden olmuştu. “AKP’nin sandığa gitmeyen seçmeni”, “CHP’nin ödünç oyları”, “kimin sağ ve kimin sol olduğu” gibi gerekçelere ve bunlara uyacak veriler eşliğinde erken çıkarımlar yapıldı. Böyle olunca, her şeyin tamamen değiştiğini ya da hiçbir şeyin değişmediğini aynı anda savunmak, nedenlerini de “istenen” faktörlere iliştirmek mümkün oluyor. Ayrıntılı çalışmalar yapıldıkça, meselenin derinliği görülüyor. Mesela, Reform Enstitüsü’nün yaptığı son araştırma, bloklar arası geçişin iddia edildiği gibi çok “sınırlı” olmadığını, partiler ve siyasi aktörlere ilişkin sabit algılardaki çözülmenin de daha ciddi olduğunu gösteriyor. Hatırlanırsa seçimin hemen ardından “boşa heyecanlanmayın, bloklar yerli yerinde” görüşü çok daha baskındı. Şimdi ise AKP’nin oy erozyonunun geçici olmayabileceği konuşuluyor.
Avrupa’daki bazı seçimler ve genel tablo üzerinden süren tartışmanın kendisi ve buraya yansımaları da, acelecilikler ve yönlendirme gayretleriyle malul. Siyaseti teknik bir hadise haline getiren, kazanan ve kaybeden tarafları olan bir müsabaka (turnuva) gibi ele alan yaklaşım, sonuçları kendi penceresinden izliyor. Seçmen tercihleri, siyasi aktörlerin pozisyonlarıyla tarif ediliyor: “Merkeze yaklaşana destek arttı”, “partiler üstü görüntü onay aldı”, “bunlara sol oy denemez” veya “faşistler ehlileşiyor ve destek genişliyor” gibi. Ancak seçmen dediğimiz kanlı canlı insanlar, bu stratejik veya taktik mülahazalara ve tanımlamalara vakıf olarak karar vermiyorlar. Destekten vazgeçerken de, destek verirken de rahatsızlıkları, talepleri ve bunlarla nasıl ilişki kurulduğuna dair kanaatleriyle sandığa gidiyorlar (ya da gitmiyorlar). Elbette bunu yaparken tamamen rasyonel değiller, ön yargıları, alerjileri, sempati veya antipatileri onlara yol gösteriyor. Bazen çok çıkarcılar bazen aşırı tepkisel.
Avrupa siyasetindeki güncel tabloya, seçmeni yönlendiren dinamikler açısından bakan bir başka çalışma, Ali Yaycıoğlu ile Yektan Türkyılmaz’ın Yeni Arayış için yazdıkları iki bölümlük makale. (Makalenin Türkiye’yi ele alan ikinci bölümünü bir başka yazıda ele almak üzere şimdilik kenara bırakıyorum) “Avrupa’da yükselen sağın” hem ülkeler bazında hem kendi içlerinde parçalı hali ve bu yükselişe rağmen -hatta biraz da bu yükseliş yüzünden- “olmamışlığı”, hemen en başta genişçe anlatılıyor. Zira “yükselenin”, yekpare ve yetkin tasvir edilmesi; “gerileyenin çaresiz ve parçalanmış gösterilmesi; peşin ve yanıltıcı bir eşitsizlik. Ayrıca alternatif olma heves ve kabiliyetlerinde de kimsenin özel bir üstünlüğü yok. Makale, genel tablodan şu sonuçları çıkarıyor: “Avrupa siyaseti bütün unsurlarıyla daha fazla parçalanıyor. Sol ve yeşiller belirgin bir şekilde güç kaybediyor ya da bu kaybı önlemek için sağa doğru açılıyor. Avrupa siyasetinin ağırlık merkezi bir biçimde sağa doğru bir tektonik hareketlenme yaşıyor. Geleneksel siyasi parti yapıları eriyor ve bilindik kalıplara sokulamayacak alternatifler güç kazanıyor.”
Makalede Türkiye ve İngiltere, bu tablonun istisnaları olarak işaret ediliyor. İngiltere’deki sonuçta, sağın güç kaybının ve bölünmesinin payı daha belirginken Türkiye örneği, seçmene sunulanlardan veya kurumsal aktörlerin pozisyonlarından ziyade, talepler açısından “sola eğilim” olarak ayrıştırılıyor: “Burada sola meyletmeden kastımız, üç talebin eş zamanlı ve çoğu durumda iç içe geçmiş biçimde toplumun geniş kesimlerinde yükselmesi: Ekonomik-sosyal adalet, toplumsal adalet ve sekülarizm.” Ayrıca Türkiye’deki yaklaşık yüz elli yıllık bir tarihi sürekliliğe de atıf yapılıyor: “Türkiye siyaseti önümüze hızla otoriterliğe, despotizme ve kıyıcı rejimlere batıp, buna tepki olarak bir anda adalet talebinin yükselebildiği bir diyalektiğe işaret ediyor. Eklememiz gerekir ki, bu medcezirler yüz elli yıllık dönemin genelinde küresel dinamikler, dünyayı saran zeitgeist esintileri ve Türkiye’nin jeopolitik konumu ile de ahenk içerisinde gelişti.”
“Sola meyil” işareti sayılabilecek talepler dizisini, muhalefet özel olarak örgütlemedi hatta çok da desteklenmedi aslında. İttifak stratejileri öncelendiği ve seçmen gruplarıyla kültürel kimlik eksenli ilişkiye ağırlık verdiği için, bu insanların memnuniyetsizlikleri ve talepleri yeterince propagandanın omurgası yapılmadı. Hatta 2023 seçimleri öncesinde bu konudaki mahcup girişimler, bazı yorumcular tarafından lüzumsuz ve hatalı bulundu. İttifak ve aday tartışmaları arasında algılanması da pek mümkün değildi zaten. Seçmenin insiyaki olarak -bu taleplerin görünürlüğü için- yerel seçimde CHP’ye yönelmiş olması, Avrupa’dan farklı olarak kurumsal siyasete verilmiş şans olarak da yorumlanabilir. Bir başka mesele ise negatif bir imayla kullanılan “sol” etiketin caydırıcılığının, iddia edildiği kadar yüksek olmadığının veya epey zayıfladığının görünmesi. CHP’nin sol sayılıp sayılmayacağından bağımsız olarak, bu etikete rezervin, sola meyil barajının çözüldüğü söylenebilir.
Tekrar Avrupa’ya dönersek, faşizm deneyinin unutulacak kadar geride kalmadığı görüldü. Açık anti-faşizmin, “oyunuzu bize verin biz onları oyalarız” sahtekarlığından çok daha itibarlı ve inandırıcı olduğu da anlaşıldı. Zaten faşistler bu yüzden popülizmin mottosunu iştahla göreve çağırıyor: “Elitler bizi engellemek istiyor”. (“Bir şeyleri durdurmaya çalışmaktan sorun ve program konuşamıyoruz” gibi isabetli bir argümanı, bu çarpıtma için kullanan sağcı akademisyenler bizde de bolca paylaşıldı) “Fransa örneğine daha ayrıntılı bakan Salih Işık Bora’nın Birikim Güncel’deki yazısı ise “bir iğne deliği” gibi görünen daha başka fırsatları işaret ediyor: “Fransa’nın siyasi kültürüne tamamen yabancı da olsa, koalisyon kurulması zorunlu hale geldi. Fransa’nın siyasi kurumlara güvenin en düşük olduğu ülke haline geldiği göz önünde bulundurulursa, bu önemli bir fırsat. Diğer yandan, neoliberal paradigma gittikçe zayıflasa da henüz yerini dolduracak ekonomik paradigma ve sosyal sözleşme oluşmadı. Sol ittifakın programı etrafında şekillenecek ve merkez-liberal ittifakın da bir kısmını içinde barındıracak bir hükümet kurulması böyle bir yenilenmeyi sağlayabilir.” Yani kırk yıldır süren, solu merkeze çekme zorlamasının tam tersi, merkezin kendini biraz daha sola atması.
Daha da söylenecek söz, alıntılanacak değerlendirmeler var. Ancak toparlamak gerekirse Avrupa’da, dünyada ya da Türkiye’de “yükselen sağ” meselesinin ele alınışı, güncel durumu ve gidişatı anlamayı zorlaştırıyor. Medyatik kestirmeci manşetler sis perdesini büyütüyor. Radikal olma ayrıcalığının, kitabın ortasından konuşma lüksünün, müesses nizama hiçbir esaslı itirazı olmayan, dezavantajlı kesimlere yönelen öfkeyi kışkırtarak idare edenlere bırakılması, sistemin zaafı değil, baş etme yöntemi. Alternatif olmaya çalışanlara cevap anahtarı soranlar, tepkiyi sorunları yaratanlardan uzağa taşıyanlardan çok razı. Tepkiyi kaba gürültüye çeviren, makulü -“haklar” gibi ayak bağlarından kurtaracak şekilde- iyice sağa çekmeye yarayan, bazen de “yoksa onlar gelir” diye kullanılan bir Gülyabani. Bizim aşina olduğumuz konsolidasyon teorilerinin, “faşiste faşist demeyin, maazallah yükselirler” kolaycılığı ve “ortalama insanlar soldan korkuyor” palavraları hala geçerli argüman sayılıyor. En ipe sapa gelmez iddialar, “destek toplayan ve dikkate alınması gereken aşırılıklar” sayılarak meşrulaştırılırken; sol, bir türlü “gerçekçi olup merkeze yanaşma” mecburiyetinden terhis ve siyasi liyakat dersinden mezun olamıyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.