Alphan Telek yazdı: Pişkinliğe karşı olgunluk – Konya vakasının gösterdikleri

Bu hafta Konya’da köpek barınağında gerçekleştiren katliamın ardından ülkenin bir kez daha kutuplaşması, böylesi bir katliama verilen yanıtta dahi ortaklaşamaması topluma ve siyasete dair ne yazık ki çok şey söylüyor. 

Konya’daki barınakta gerçekleşen katliamın müsebbibi ve orada bunu izleyenler cezasını umarım yargı önünde bulurlar. Bunu da kamuoyu olarak izleyeceğiz elbette. 

Ama bu tür saldırılar tek başına gelmiyor. Bir süredir kamuoyunda oluşan ve oluşturulan köpek ya da sokak canlıları düşmanlığı var. Aşı karşıtlığını, eğitimli düşmanlığını da buraya koyuyorum.

Kıvılcım anı ise bir çocuğumuzun, yaşadığı şehirde bir köpek tarafından ısırılması ve 21. yüzyılda kuduz vakasına yakalanmasıydı. Bu, doğal olarak kamuoyunu sarstı ve birçok insanı sokak canlıları konusunda fikir açıklamaya itti. Gerçekten de olacak iş değil. Pisi pisine dedikleri türden bir vaka bu. Hemen ardından bir dalga halinde söylemler gelmeye başladı.

Türkiye’de sokak canlıları, özellikle kediler ve köpekler Batı ülkelerinde görülene göre çok daha fazla. İşini iyi yapan ve bu canlıları takip eden, aşılayan ve bakımını yapan belediyeleri tenzih ederek söylemek isterim ki ortada bir problem varsa bu yöneticilere aittir, sokak canlılarına değil. 

İşini yapmayan yerel yönetimler var ve bu konuda koordinasyon sağlayabilecek, politika oluşturacak bir merkezi anlayış yok. Yani bu bir yönetim sorunu. Böylesi durumlarda, kim yönetiyorsa ona yönelik doğal bir tepki oluşması beklenir. “Daha iyi yönet” denir. Ama Türkiye’de bir kesim ne yerel yönetimi ne merkezi yönetimi sorumlu tutuyor. Umursamıyor bile. En güçsüze saldırıyor. Çok basit, ucuz ve bedeli olmayan bir yöntem. 

Dahası insanların “Toplasınlar bunları ve bir yere kapatsınlar” söylemi akıl alır gibi değil. Yani köpekler toplanıp göz önünde olmayınca sorun çözülecek. Sorun çözme; izleme, kontrol altında tutma ve gerekli önlemi gerekli zamanda almayla gerçekleşir. Bunun için de sağlam bir idari anlayış ve nitelik gerekir. Olmadığında ise üç kuruşluk bir anlayışın tezahürü kediyi köpeği poşetin içerisine koyar, poşetin ağzını bağlar. Sorun çözülmüş gibi davranır. Aslında bu anlayış çocuğunuzu da umursamaz. Gün gelir çocuğunuzu da bağlar. Konuşup da rahatsız etmesin, etrafa zarar vermesin diye. 

Ayrıca Türkiye’de toplumun ve yönetimin köpekleri göz önünden alıp uzağa atma yönteminin yüz yıl içerisinde hiç değişmediğini görmek de üzüntü verici. Bu konuda ya da yönetim zihniyetinde, olaylara bakışta yüz yıl içerisinde bir adım nasıl ileri gidilmez şaşırıyorum. Bahsettiğim yüz yıl önceki vaka, Osmanlı’nın son döneminde gerçekleşiyor. İstanbul’da yaşayanlar kentteki köpeklerden rahatsız olunca soruna çözüm istiyorlar. Bulunan çözüm köpeklerin toplanarak ıssız bir adaya terkedilmesi. İstanbul’a yakın adalardan birine terkedilen köpeklerin açlıktan ve terk edilmişlikten dolayı uğultuları geceleri İstanbullular tarafından duyulurmuş. Birçok insan çok üzülür ama elinden bir şey gelmezmiş. Aynı zihniyet işbaşında değil mi?

Bunu toplumun tamamı için söylemiyorum. Hem Konya’daki katliama hem de bu olaya bakışla ilgili on milyonlarca vatandaşın vicdani ve rasyonel bakış açısının da farkındayım. İşte bu ilerlemedir ama memleketin attığı adımların bu zihinsel sıçramayı yapamamış olanlar tarafından atılması ve kendilerini adeta seçilmiş ırk olarak görmeleri ve diğer her canlıyı – farklı partiden görüşleri, inançları, farklı eğitim alanları, kendilerinden başka yerde oturanları, yiyenleri içenleri – hakir görmeleri çok ciddi bir sorun. 

Kürekle bir canlıyı öldürene gelince. Şimdi kalemimden gerekli sıfatlar dökülse çok muhtemelen ben yargılanırım. Katliamcı şahıs ise kamuoyunun bu tarafını kızdırdığı için sembolik siyasetin sonucu olarak kamu görevinde haketmediği makamlara bile getirilebilir. Belki getirilmez ama suçlunun en üst makamlar tarafından korunması bizde böyle bir dürtü ve intiba uyandırdı. Bu intiba kutuplaşmanın doğal sonucudur ve memlekete büyük zarar veriyor.

Son olarak şunu eklemek istiyorum. Elif Gökçe Aras’ın yazılarında karşılaştığım bir kelimeyi düşünüyorum günlerdir. Aklımdan çıkmıyor. İşte doğru tanımlama bu diyorum. Aras, Türkiye’de toplumun bir kesiminin pişkinlik içerisinde olduğunu vurguluyor. Bu, çoğumuzun karşılaştığı bir vaka olabilir. 

Bir örnek vereyim: İki yıl önce, pandeminin bütün eğitimi engellediği zamanlarda, İstanbul’un Esenyurt ilçesinde 8 yaşındaki bir çocuk, internet altyapısında sorun olduğu için uzun süre EBA’ya giremedi. Altyapı sorunu çözülene kadar babası komşusundan rica etti ve internet hattı çekmek için çatıya çıktı. Babasının peşinden çatıya çıkan çocuk ayağının kaymasıyla düştü ve hayatını kaybetti. (Yazıyı uçak yolculuğunda yazdığımdan Google’lamayı size bırakıyorum). 

Apolitik yönünün, dahası hayatta kalma dürtüsünün giderek bireyciliğe yönlendirdiği bir arkadaşım ise haberi izlerken “O çocuğun orada ne işi var ki” dedi. Kahkaha attı. Çocuk suçluydu. Öğretmenlik yapan hanımına baktım, o da eşini onayladı. İki üniversite eğimi almış hali vakti yerinde – muhafazakar da değiller – insanlar bunlar. Çocuk düpedüz fırsat eşitsizliğinin kurbanı. Ama yapılan yorum çocuğun hırsız olduğu, böyle şeylerin olacağı yönündeydi. Bakın bu ağır bir konformizm ve pişkinlik vakasıdır. Sadece bu çifte has da değil.

Her olayda meseleye pişkince bakan, sırıtan ve sorumlu aramayan bir zihniyet giderek yayılıyor toplumda. Aynı anlayış sürekli olarak kendini diğerlerinden üstün tutuyor. Birleştiğinde karşımıza üstün ırk felsefesi çıkıyor. Ağır pişkinlikle donanmış üstün ırk anlayışı. Bu anlayış sınırlanmadığında kendinden güçsüz olana ölümden başka bir fırsat tanımaz. Linç vakaları bunun ardından gelir. Lincin hedefi gün be gün değişir ama sonuç yaşanılmaz bir toplumun doğuşudur. Kimsenin kimseyi sevmediği, kimsenin mutlu olmadığı, ilk fırsatta yurtdışına gitme isteğinin ağırlıkta olduğu bir toplum. Nazizm’in Almanya’daki yükseliş hikayesi biraz böyledir.

Pişkinliğin çözümü var mı? Tek tek mücadele ile kazanılamayacak kadar derinlere işlenmiş bir zihniyet var. Ancak ve ancak farklı mahallelerin siyasi ve entelektüel temsilcilerinin elbirliğiyle yeni bir siyasal program etrafında çözülebilecek ya da hafifletilebilecek bir silsile bu. Kim ne derse desin, ben Altılı Masa’nın varlığını bu yüzden çok önemsiyorum. Sakince, anlaşmanın yolunu bulmaya çalışarak bir yol haritası koymaya çalışan siyasal bir özne var burada. Bu doğal olarak onun kadrolarına ve yazar/çizerlere de yansıyor. Muhalif ve demokrat kesimde çok sağlam bir siyasal bilinç gelişiyor. Dengeli, ayakları yere basan. Pişkinliğe karşı olgunluk bu. Tek şansımız.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.