Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: “Yalnız bir şey başardın, sana şarkılar yazdık”

Haftanın olayı Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı. Sonunu kimsenin öngöremediği kapkaranlık bir sayfa daha açıldı önümüzde. Dün gün boyu bu konudaki haber ve yorumları dinleyince yüreğime bir kasvet çöktü resmen… Yazılıp çizilenleri okudum, analizleri dinledim. Ukraynalı sanatçılar dünyaya seslerini duyurmaya çalışıyor, “Putin’i durdurun” diyordu. Bir umut varsa bu tepkilerde ve savaş karşıtı Rus yurttaşların Rusya’da sokağa dökülmesinde var. Gelen haberler Rusya’da savaş karşıtı gösterilerin yayıldığını söylüyor. Ben bu satırları yazarken gösterilerin yapıldığı 54 şehirde 2.000’e yakın kişi gözaltına alınmıştı. Savaşlardan nemalananlar kahrolsun demekten, savaşa karşı olduğumu her fırsatta ifade etmekten başka elimden bir şey gelmiyor. Savaşlar insanı çaresiz hissettiriyor. Bu duyguyla yüzleşince, yeniden birkaç gün önceki konulara sardırdım ben de… Geçen haftaki pop itirazın estirdiği hafiflik ve umuttan devam edeyim o zaman dedim. Çok yazıldı ama olsun. Zaten Mor ve Ötesi’nin 10 yıl aradan sonra çıkardığı son albümdeki “Tünel” şarkısını avaz avaz dinleyerek güne başlamıştım:

“…Cennetim/ Cehennemim/Seni nasıl sevdim/Seni ne çok sevdim/ Beni dinlemedin/Dinlesen ne kaybederdin/Cennetim/Beni kaybettin…”

“Sirenler” albümü çıkalı bir aydan fazla oldu aslında. Ama birdenbire geçtiğimiz hafta sanki şarkı sözlerinin üzerinden bir sis kalktı. Gülşen’le Sezen Aksu’yla, Tarkan’la ve başka bir biçimde Haluk Levent’le patlayan pop itiraz bu şarkıya da güçlü biçimde bağlandı, kelimeler adeta hakiki anlamına kavuştu. Kimilerimiz belki ilk dinlediğimizde hiç düşünmediğimiz ve hissetmediğimiz şeyleri düşündük ve hissettik.

Bir yandan “Cennetim beni kaybettin” diye mırıldanıp durdum ama bir yandan da içimden bir ses, “yokluğunu kayıptan sanan sadece sensin, cennet de seni kaybettiğini biliyor mu bakalım” diyordu. “Hiç kimsenin umrunda değilsin” de diyordu… Gerçekten de kimsenin umrunda olmadığını, öyle sitemsiz filan kabul ettiğinde her şey ama her şey önemli ölçüde değişiyor hayatında, makulleşiyor. Hiç de öyle bir değersizlik duygusu filan da değil bu. Alakası yok. Hayatın kuralı, ritmi böyle. Çok yakının olan birkaç kişinin yüreği hariç nerede yer tutabilirsin? Üstelik yakının olan bazı insanların bile en zor dönemlerinde kimi zaman en ufak bir kaprisini bahane ederek, kimi zaman başka sebepler yaratarak nasıl hiçbir şekilde ve hiçbir gerekli anda yanında olmamış olduğunu da geç de olsa görmeye başlıyorsun. Yapabildiğin ölçüde bu sahte yakınlıklardan çekip kurtarmaya çalışıyorsun kendini. Tuhaf ve düşündürücü yollarla öğreniyorsun bunu.

Entelektüel üretimde de böyle. Türkiye’de önemsediğin, ne yazarsa okuduğun ne konuşursa dinlediğin kıymetli ve üretken insanları aslında ancak çok çok dar bir çevrenin tanıdığını şaşkınlıkla fark ediyorsun. Hele ki ülke dışına çıktığında hiçbirinin esamisi okunmuyor. Kimse bizim kıymetlilerimizi tanımıyor. Dünya ölçeğinde bilinen Orhan Pamuk ve Fazıl Say gibi isimler var şükür, fakat “cennet ülkemizde” onlar da akıl almaz biçimde nefret nesnesine dönüştürülüyor.

Kısacası arada bir insanın kendine hiçbir öneminin olmadığını hatırlatması epeyce sağaltıcı bir şey. Sosyal medyada yüzbinlerce takipçisi olan insanlar, bir anda ortadan kaybolsa üç gün sonra hatırlayanları olmaz. Kendini sanal ilişkilere kaptırmamak, zamanının tüketilmesine ve yazıp çizdiklerinin yönlendirilmesine izin vermemek, sosyal ya da konvansiyonel medya dünyasının aslında çok “dar bir dünya” olduğunu akıldan çıkarmamak lazım. Maazallah.

Yazıma son günlerde yükselen pop itirazla başlamıştım. Yine dönerim oraya ama araya işte bu ilişkiler vs. konusu girdi. Sanırım ilişkileri, değer ve değersizlikler konusunu düşünmeme biraz da nihayet okuma fırsatı bulduğum Taçlı Yazıcıoğlu’nun “Hep Sondan Başlar” adlı romanı yol açtı. Gerçekten çok iyi bir ilk roman. İlk romanlara elim hep korkarak gider. Çünkü bir romana başlayınca bitirmek isterim ama ya bitirmeyi isteyecek kadar sevmezsem kaygısı filan… “Hep Sondan Başlar” belki de adıyla müsemma biçimde epeyce sondan başlamış bir roman. Yani ilk roman gibi değil demek istiyorum. Hayatlarımıza sızan hayatlar, “o köşeyi dönmeseydik” olacaklar, travmalarımızın derin izler düşürdüğü kişiliklerimiz, yakamızı bırakmayan “geçmiş,” kendimizi koruma ve koruyamama biçimlerimiz… Bence muazzam bir derinlikle işlenmiş bunlar. Geçmiş ve bitmiş üzerine konuşmayı da geçmişi bir yan hikaye olarak beraberinde taşımayı da hiç sevmeyen biri olarak “sondan başlamak” bana çok uygun doğrusu.

Mutlu çocukluk anıları, bazı şehirlere, yollara, sokaklara ve mekanlara dair bellek hariç, geçmiş geçmiştir. Orada ikamet etmek istemem… Üstelik bu mutlu anlara olan nostaljik özlemin bile sorunlu bir tarafı olduğu çok açık. Taçlı Yazıcıoğlu güzel anlatıyor bunu. Hiçbir şeyi unutmayan, geçmiş anıları bir bir hatırlayan, hayatına şöyle ya da böyle girmiş herkesi her an hayatında tutmak ve hatta kendine senin koptuğun ilişkileri bile canlandırmak gibi vazifeler çıkaran kişiler beni hep ürkütür. Geçmişte yaşıyorsan şimdiyi şu ya da bu nedenle yeterince yaşayamadığın, bugünle yüzleşmekten ya da bugünü yaşamaktan korktuğun içindir… Hiçbir yeni arkadaş edinmeyen ama aile ya da komşuluk vs. ilişkileri içinden tanıdığı “geçmişe ait” insanlarla on yıllardır bir dakika bir araya gelmemiş bile olsa telefon vs. yollarla iletişimini ısrarla sürdürenler var. Çok anlaşılır, çok insani eğilimler. Ama hüzünlü işte… Önemsizliğimizi, aldatılabileceğimizi, hayal kırıklığına uğratılabileceğimizi, terk edilebileceğimizi bile bile gerçek ilişkileri ve bugünü göze alabilmek gerekir.

Bizi cennetlerimizden koparan insanların da hayatı olduğu biçimiyle ve ilişkileri bütün gerçekliğiyle göze almak konusunda çok ciddi bir cesaret sorunları var bence. Hayatı, bu dünyayı, bu dünyanın adaletini ve adaletsizliğini en iyi ihtimalle göze alamıyorlar. Kimileri bakımından öte tarafa havale edilmiş bir adalet ve gün görme vaadi yeterli oluyor. Önlerine koyacakları bir gelecek perspektifi yok. Bu en iyi ihtimal… Diğer ihtimal de kendileri gayet dünyevi yaşarken başkalarına ya geçmişin ihtişamlı günlerinin sözüm ona adaletini ya da öte tarafı vaat ediyor olmaları. İnsanlar mütemadiyen geçmişle ya da öte taraf fikriyle oyalansın, ona tutunsun ve mümkünse yüzlerini geleceğe hiç çevirmesin istiyorlar. İnançları, dinleri ve değerleri ağır biçimde istismar ediyorlar. Hayatın derinliklerini yoklamayı göze almayan, takıntılı bağımlılıklar hariç hiçbir şeye yürekten bağlanmayan istismarcılar…

Son bir aya sığan pop itiraz da aslında böyle gündelik hayatı ve dünyevi ilişkileri zapturapt altına almaya kalkan, her düzeydeki zorba iktidar uygulamalarına bir cevaptı. Türkiye’nin en sevilen sanatçılarının esasen siyasetin makro stratejileriyle bir işi yoktu. Köşeye sıkıştırılmaya, küçümsenmeye, hiçe sayılmaya, kaynaklarımızı talan eden palazlanmaya ve sıradan insanın imkanlarının gitgide daraltılmasına bir itiraz yükselttiler. Daha doğrusu aramızda dolaşıp duran itiraza ortak bir ses ve melodi kazandırdılar. Pespaye bir biçimde yeniden ve yeniden üretilip duran “mağduriyet” söylemlerine ve utanmazca dolandırılıp durmamıza itiraz ettiler. Bu yüzden de o yumuşacık sözler bile iktidar cenahını delirtmeye yetiyor. “Geç’çek geç’çek” denmesi, “Sen beni ezemesin” denmesi bile büyük bir kumpasa dönüştürülmeye ya da ihanet olarak benimsetilmeye çalışılıyor. Çünkü yirmi yıldan sonra bu ülkeye baştan başa nefret ekmek dışında pek az bir şey başardıklarını yüzlerine çarpıyor bu şarkılar. Nitekim Mor ve Ötesi “Hazinende” şarkısında da “Yalnız bir şey başardın/bir şey başardın/sana şarkılar yazdık” diyor…

Evet şarkılar yazdırdılar bu ülkenin sanatçılarına. O sanatçılar iyi ki var. Sadece iktidarın değil hazımsız ve sahte bir muhalefetin de rahatsız olduğu şarkılar yazdılar. Yok efendim Tarkan tırsıp da “Pandemiye referans verdim dese ne yaparmışız?” Yok efendim “Sezen özür dilese ne dermişiz?” Pandemiye referans verdim dese ne olacak ayrıca? Hiçbir şey olmayacak tabii. Tarkan isterse arada “Ooo pandemi, pandemi” desin şarkısında, içinden “Geç’çek” geçen “Düş babam artık düş yakamızdan” diyen bir şarkının nerelere kaçınılmaz olarak referans yaptığını bilmeyecek kadar saf mı? Sezen üç yıllık şarkıyı kaşıyan ve en nihayet kapısına dayanan beka dolandırıcıları ve din istismarcıları karşısında geri çekilmek bir yana “Avcı” ile cevap verirken ne yaptığını bilmiyor mu?

Gerçekten iyi ki varlar.

Bir demokrasi bloğu, bir demokrasi ittifakı kurmayı beceremeyen ve “milli bekacı” dolandırıcı çeteler neyi dışlıyorsa öyle ya da böyle bu dışlamayı devam ettiren, gerçek ilişkiler kuramayan, gerçek sorunlarımızı yoklayamayan, hayatla cebelleşemeyen siyasal muhalefetten çok daha etkili çıkışlar yapıyorlar. Sayelerinde biz de “Geç’çek” diyoruz. Bir nefes alıyoruz hiç değilse. Gerçekten de fena darlandık…

Sevilay Çelenk’in önceki yazıları:

Tahtın da bahtın da bir nihayeti var

İnsanlık Sokağı nerede?

Bu kurumlar ve bu bürokrasi nasıl normalleşecek?

Tümüyle trolleşmiş AKP siyasetinde ağa dolanmak

Gezegen öldüren kuyruklu yalanlar

Çorbayı tası bırakmışlar, naslarla uğraşıyorlar

Seviyorlar Hacı, haberin olsun!

Ama sayaç da işliyor Hacı!

Tutturmuşlar bir prompter!

Yoksa işte toplum yaşamı dediğin şey nedir ki?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.