Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Köylüler, sömürgeciler ve bir basiret krizi

Seneler önce John Berger’ın, gayet etnografik denilebilecek “Onların Emeklerine” adlı üçlemesini okuduğumda ne kadar sarsıldığımı hatırlıyorum: “Domuz Toprak” (çev: Taciser Belge), “Bir Zamanlar Europa’da” ve nihayet “Leylak ve Bayrak” (her ikisi de çev: Taciser Belge, Murat Belge). Hâlâ aklımda bu destansı, alabildiğine estetik ve hatta epik anlatının tasvir ettiği bir sürü sahne. En çok da o his. Kayıp hissi. Yas. Sevdiği birini kaybedenin değil, kendi varlığının zamanda ve mekânda giderek silindiğini ve bu silinişe tanık olanların içinde bir şenlik hali hasıl olduğunu bilenin, yine kendisi için tuttuğu yas.

Berger yok olmakta olan köylülüğü, bir yaşama bilgisi olarak dayandığı emeğin yoğunluğunu, toprakla temas halinde yaşayanın ölümle kurduğu yarenliği ve bütün bunların sanki hiç var olmamışlar gibi tecrübeden, deneyimden silinişini anlatıyordu bildiği her yolla; şiirle, denemeyle, öyküyle ve nihayet bir romanla. Üçleme ilerlerken her aşamada köy bir yaşama birimi ve biçimi olmaktan çıkıyor, silikleşiyor, eskiyor, sepya kumlar altına gömülüyor ve sonunda hatırlanan bile değil, yalnız hayal edilen bir şeye dönüşüyordu. Kimbilir belki de bir gün, gelecekte uyanıp hayatına devam etmek üzere derin bir uykuya dalıyordu.

Hisse: Cana kast mühendisliği

Çok uzun yıllar kırda ve kentte yaşayanlar arasındaki orantının, kent lehine değişmesi yani kentte yaşayan nüfusun artması bir kalkınma ölçütü olarak alkışlanıp durdu. Niye ki? Birtakım matematik hesaplar vardı tabii. Toprağa bağımlı nüfusun azalması, toprağın hayata tahakkümünü azaltıyordu. Peki ne alıyordu yerini? O rakamları çocuk aklımla gördüğümde bile şaşırıyordum. Ne oluyordu ki yani, insanlar yemek yemekten vaz mı geçiyorlardı? Büyüdükçe tarımsız bir hayatın mümkün olmadığını da öğrendim tabii. Peki ama o zaman neden köy ve köylülük bunca aşağılanıyordu? O aşağılamanın yanına zamanla nostaljik ve turistik bir ambalaj da geçirildi. Köy için tutmayı akıl etmediğimiz yas, bir şenlik havasıyla dağıtılmıştı.

Daha neler neler oldu? Son 20 yıl boyunca uygulanan politikalarla köy okulları kapandı. Okulsuz kalmak, çocuksuz kalmak demekti köyler için. O hayat bilgisinin kendini yenileyememesi, dolayısıyla artık var olmaması demekti bu. Karadeniz’de bir Laz amcanın, “Çocuk sevmeyi özledim” dediğini hatırlıyorum eskiden okul olan harabenin yamacında laflarken. Köyün genç haneleri, çocuklarını okula gönderebilmek için Hopa’ya göç etmişlerdi. O sene o yıkıcı sel olmuştu Hopa’da. Çılgın bir yağmur yağmıştı. Sebebin ahalinin bütün itirazlarına rağmen yapılan Yusufeli Barajı’nın o coğrafyanın bile alışık olmadığı bir yoğunlukta nem tutması olduğunu söylemişlerdi konuştuğum insanlar. Dere yatağına beton dökülmüş, derenin denize açılan ağzına bir köprü çatılmış, böylece suyun çöp toplama alanı haline getirilen tepeden aşağı önüne kattığı her şeyi hızla getirip köprünün mazgallarını tıkaması sağlanmış, Hopa’nın boğulma süreci tamama ermişti.

İnsan eliyle yaratılmış felaketlere her tanık olduğumda (artık insan eliyle yaratılmayan tek bir felaket bile yok) Paul Virilio’nun (The Original Accident, Polity Press, 2007) her kazanın, o kazayı yaratan sürecin hissesini ifşa ettiği yolundaki uyarısı geliyor aklıma. Bu açıdan baktığımda, bir planlama ve mühendislik “harikası” olan Hopa Seli’nin yukarıda kabaca özetlediğim öyküsü de bir hisse, yani ahlaki bir ders, hatta sürekli her yerde karşımıza çıkan bir örüntü barındırıyor… Köy okullarının kapatılmasından barajın yapımına, dere yatağına beton dökülmesine, kıyının doldurulup ardına o saçma köprünün yapılmasına kadar her şey faillerin hayatiyet arz eden her şeye derin bir öfke, hatta düşmanlıkla dolu olduğuna işaret ediyor. Çünkü, her şeye rağmen sürme eğilimindeki hayat tabiatı itibariyle anarşisttir. Öyle olmasa her türlü muktedir heveslisi tüm canlılardan önce ve evvela teslimiyet istemezdi değil mi? Barışı ya da huzuru teslimiyette bulursun gibi tehditkâr vaadlerde bulunmazlardı. Bakınız aynısını Rusya da Ukrayna’ya yapıyor şimdi…

Yerli-milli sömürgecilerin halet-i ruhiyesi

Geçen hafta, hem de bütün dünya bir işgalin dehşetiyle şaşkın haldeyken zeytinlikleri her türlü istismara ve yok oluşa mahkûm eden bir düzenleme yapıldı. Yetmedi koruma altındaki alanları turizme, enerjiye ve inşaata açan bir talan ruhsatı daha çıkarıldı. Ne kadar da “kapsayıcı” ve “kuşatıcı” düzenlemeler bunlar. Gözlerimiz yaşardı. Adeta “iktidarımız altında her şeyini kaybetmeyen hiç kimse kalmasın” der gibiydi idareciler. Zeytinliklerle ilgili düzenlemeye dalga geçer gibi de bir “rehabilitasyon” şartı koymuşlardı. Neymiş efendim, zeytinleri kesip toprağın altını üstüne getirip her türlü yolla zehirleyen şirketler, işleri bittiğinde ortalığa çeki düzen vereceklermiş. Tipik sömürgeci yöntemleri yasalar eliyle dayatmaktan ibaret senelerdir yaptıkları. Bu da zincirin son halkalarından biri. Dayanacak gücümüz kalmadığı için gözümüze battı bu kadar. Sömürgecilerin yerli-milli olduğu durumlarda bu türden yöntemlere hep Allah, kitap, bayrak, vatan, devlet, beka gibi laflar eşlik eder. Gene öyle oluyor. Üstelik sebep de çok, bizzat kendileri yarattılar. Ekonomik kriz, yoksulluk, işsizlik. Nasılsa kimsede ses çıkaracak mecal de bırakmadılar.

O dalga geçer gibi hal yüzünden her seferinde en baştan bir daha düşünüp zihnimi düzene koymaya çalışıyorum: Bu insanlar, yani hal-i hazırda devleti yönetenler ve işbirlikçileri köyden, tarımdan, topraktan, börtü böcekten, çiçekten, ağaçtan, üründen, alın terinden neden bunca nefret ediyorlar? Bu nefret midir bir memleketi memleket yapan her şeye bu denli hunharca saldırmalarının sebebi? Bir memleket nasıl yok edilir? Toprağı, suyu, havası yok edilerek. Bunlar olmadan hangi insan, hangi “millet,” o “millet”e ait hangi değer, hangi inanç var kalabilir ki?…

Nefret ediyorlar çünkü bir gün öleceklerini ve bağımlısı oldukları dünyevi hazların başkalarına kalacağını bildikleri için yapıyorlar bunca kötülüğü. Vallahi şaka etmiyorum, gayet ciddiyim dediklerimde: Kendilerinden sonrası kıyamet olsun, dünyada ve hayatta olmanın hazzı; zeytinin lezzeti, buğday başağının rüzgârla dansı, sabah uyanınca pencereyi açıp içeriye davet edilen taptaze kır havasının kokusu, derenin akışı, kuşların ötüşü, köyündeki okuldan evine koşarak giden acıkmış çocuğun telaşı kimseye kalmasın diye gözlerinin görebildiği her ne varsa kursaklarına doldurup gitme emelindeler. Ellerinde tuttukları güçle, istedikleri zaman gözlerine kestirdikleri her hayat emaresini akamete uğratabileceklerini gördükçe hazdan titrediklerini saklayamıyorlar nice zamandır. Ama her titreyişte hatırlıyorlar bir gün bu hazzı artık yaşamayabileceklerini, öfkelenip bir daha saldırıyorlar. Çünkü bir gün artık var olmayacakları bilgisi içlerini hayatiyete, hayatın ele avuca sığmazlığına karşı derin bir hasetle dolduruyor. İnatlaşıyorlar onunla. Her hayatiyet belirtisini kendilerine ve sahip olduklarını zannettikleri güce karşı bir meydan okuma olarak görüyorlar. Çünkü onlara, yaptıkları onca şeye rağmen sürüyor hayat. “İktidar çürütür, mutlak iktidar mutlak çürütür” denmesinin sebebi bu olsa gerek. Şu vehim düzeyine ancak mutlak iktidar vasıtasıyla erişir insan. Neyse ki sonsuz hayat iksiri bulunmadı henüz.

Açlıkla terbiyenin sınırında

Her neyse, zor bir yaz bekliyor ne yazık ki hem dünyayı hem Türkiye’yi. Keşke yalnız enerji bağımlısı olsaydı Türkiye. 1990’larda, kabaca siyasete ısınmak üzere saraydan emir aldığı anlaşılan Tansu Çiller döneminde başlayan ve AKP’nin büyük bir sadakatle uyguladığı köylülük ve tarım düşmanı siyaset Türkiye’yi dostuna düşmanına kursağından bağımlı bir ülkeye dönüştürdü. Biri diğerini işgal eden iki ülkeyle aramızdaki gıda bağımlılığının boyutlarını Türkiye’de çok az bulunan tarım gazetecilerinden Ali Ekber Yıldırım’ın şu yazısından okuyun. Bu yazıda aktarılan bilgilere göre Türkiye’nin gıda ve içecek ithalatında Rusya birinci, Ukrayna ise ikinci sırada. En fazla ithal ettiğimiz ürünler buğday, soya ve ayçiçeği. Aynı yazıda Türkiye’nin dünyanın en büyük ayçiçeği ithalatçısı haline geldiğini okuyunca dehşete düştüm.

Bu kısacık ama arkasındaki hikâye hazin ve uzun yazı bana tek bir şey söyledi: Türkiye, kendi tarımını yok ederek ürettiği bağımlılıklar yüzünden savrulup duruyor son 30 yıldır, kuru bir yaprağın esen rüzgârla oradan oraya savrulması gibi. O bağımlılıkları biz içerde devletin partizanca ürettiği hayır hasenat işleri olarak görüyoruz. Çünkü tarımdan kopan nüfus şehre geliyor ama artık işçileşmek için bile fırsat bulamıyor ve bakıma muhtaç kalıyor. Öte yandan gıda güvenliğimiz tohum yasasından yerli üretimin bile isteye devlet baltasıyla kesilmesine kadar bir dolu haince politika yüzünden yok edilmiş vaziyette. Böylesi bir halde, bir yandan bütün dünyanın yürüdüğü bir uçurum ağzında yolumuzu bulmaya, diğer yandan otoriter bir iktidardan kurtulmaya çalışacağız. Mevcut siyasi partilerin programlarına baktığınızda tarımla ilgili pek bir şey görmüyoruz. Çünkü seçmenlerin çoğunluğu şehirlerde yaşıyor ve onlar gıda bağımlılığı diye bir felaketten haberdar değiller. Hâlâ süpermarketlerde pahalı da olsa birkaç parça bir şey bulabiliyorlar zira. Bu büyük bağımlılaşma krizinin enflasyon ve TL’nin değer kaybetmesi gibi yansımalarıyla daha ilgililer.

Herkes petrol ve gaz fiyatlarına bakadursun, hayli zamandır buğdaydaki fiyat artışı ürkütücü boyutlarda. Financial Timesa göre, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden itibaren Chicago Borsası’nda buğday fiyatları yarı yarıya arttı. Paris’te bir ton buğdayın fiyatı 406 euroya kadar çıktı. Sadece buğday mı? Aynı habere göre Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, diğer ürünleri de etkileyecek. Çünkü dünyanın en büyük gübre tedarikçileri olan Ukrayna ve Rusya’yla her türlü ticareti zorlaştı. Pardon, petrol ve gaz fiyatlarındaki artış tüm dünyada gıda fiyatlarına da yansıyacak elbette, o da apayrı bir mesele.

Ve fakat şehirli seçmenler artan gıda fiyatlarından “tembel” ve “fırsatçı” çiftçileri, köylüleri sorumlu tutmaya devam edecekler. Akıllarının ucundan bile geçmeyecek köylünün üretmediği her ürünü kendisi yükseldikçe yüreğimize indiren dövizle neyi nasıl ürettiğini bilmediğimiz ülkelerden satın almamız gerektiğini. Dahası Türkiye’de tarımın, “nasılsa başka ülkelerde daha ucuza üretiliyor oradan alırız, hem şu inatçı köylülerden de kurtulalım artık” konulu kalkınma rüyasının hayırsız bir tabiri olduğunu. Kulağa pek büyük, gönül çelici ve zengin gelen “endüstriyel ve ticari tarım” şablonlarının, gıda bağımlılığı prangasına bir de büyük uluslararası şirketleri ve onların politikacıları rüşvet ya da korkutmayla esir alan arka kapı pazarlıklarına davetiye çıkartmak olduğunu bilseler bile ne yapabilir ki seçmenler? Ama işte ne yazık ki şu içinde olduğumuz zamanda hiçbir şey, hele gıda güvenliği, eskisi gibi ucuz değil.

Ahlaki ekonominin çöküşü”

2001 krizinden çıkarken televizyonlarda sık sık tartışılan bir mevzu vardı: Bunca yoksulluk varken bu toplum neden isyan etmiyor? Cevap verenlerden bir kısmı, “Herhalde halen bizim de fark etmediğimiz çeşitli dayanışma formları sürüyor, belki köyden kente gıda takviyesi yapılıyordur” diyorlardı. Başımızın tacı hocamız Ayşe Buğra ise daha o zaman o krizin aslında neyi yok ettiğini görmüştü. 2001 krizinin Türkiye’nin daha önce yaşamadığı türde bir deneyim olduğunu ve geleneksel dayanışma formlarının halen geçerli olduğu “ahlaki ekonomi”nin artık sonuna geldiğimizi söylüyor ve geride kalan manzarayı tasvir ediyordu. Virilio’dan hareketle söylemek gerekirse, 2001’de gerçekleşen kazadan kimin hissesine ne düştüğü sorusuna cevap arıyordu:

“Türkiye’nin ahlaki ekonomisi, formel kuralların dışında, kişisel ilişkiler temelinde biçimlenmiş olduğu ölçüde ahlâksızlaşmaya yatkındı. Düzenlenmemiş bir piyasa ekonomisinin, özellikle kontrolsüz sermaye hareketlerinin sağladığı olanaklar ise, bu ahlâksızlaşma potansiyeline müthiş bir ivme kazandırdı. Akrabayı, eşi-dostu, hemşehriyi veya partiliyi kayırırken, piyasa ilişkileri çerçevesinde başının çaresine bakamayanların geçimini de sağlayan ilişki ağları, büyük vurgunlar vuran çeteler haline geldiler. Çete reislerinin koruması altında yaşayan insanlar, enformel sektörün her zamanki gri alanından kapkara bir alana kaydılar. Kamu kaynaklarını oy karşılığı dağıtan fakir fukara babası politikacıların da bu kapkara alanda dolaştıkları görüldü. Bütün bunlar görüldü ama ne geleneksel ahlâki ekonomi yöntemlerinin ne de serbest piyasanın krizin yol açacağı insanî sorunları çözebilecek nitelikte olduğunun tam olarak görüldüğünü sanmıyorum.”

Bu yazıyı Ayşe Buğra Mayıs 2021’de, henüz 2001 krizi devam etmekteyken yazmış ve yayınlamıştı. Yazının devamında yaptığı öngörüleri de bulacak ve ne denli isabetli olduklarını fark ettiğinizde kendinize öfkeleneceksiniz.

Basiret krizi

O krizden, “muhafazakâr demokrasi” vaadiyle çıktığımızı zannetti birçoklarımız. Gerçekte olan, dindar-muhafazakâr değerlerin çöken ahlaki ekonominin açtığı yaraları görünmezleştirmek üzere devreye sokulmasından ibaretti. Oysa aşağı yukarı 2004’ten beri o krizden hiç çıkmadığımızın delili niteliğinde bir sömürgeleştirme siyaseti uyguluyor dindar-muhafazakâr-yerli-milli ekip. Çünkü ancak bu hoyratlıkta bir sömürgeciliği ancak toplumu can evinde esir alacak nitelikte bir siyasi ambalaj saklayabilirdi. Dindarlık ve milliyetçilik gayet kullanışlı birer haysiyet imha silahı olarak iş gördüler. Şehirliler buna halen çok şaşırıyor ama bu sömürgeleştirme siyasetinin en çok köylerde, halen tarımda ısrar eden, yaşama biçimi tarım olan insanların hayatlarında karşılık bulması kaçınılmazdı. Marketlerimizde ucuz bulduğumuz ithal yiyecekler gözümüzü bağladı da görmedik. Daha da fenası, “madem öyle onlar da bunlara oy vermesinler” duasına sığınıp, hep beraber yoksullaşmaya devam ettik. Eğer görseydik, şok edici sayıda insanın öldüğü iş cinayetleri karşısında elimiz-kolumuz bağlı, “ne yapalım bu da işte bu işlerin fıtratı, Allah’ın takdiri” dediklerinde “hadi ordan” deme basiretimiz olurdu.

Olmadı. Bu yokluk yüzünden her birimize, her seferinde “ya hayatın ya ben” şantajı yapabiliyorlar. “Zeytinlikler mi yoksa devletin bekası mı, tarım arazileri mi döviz ihtiyacımız mı” minvalinde sorular sordukları her seferinde tam olarak bu şantajı yapıyorlar hem taraftarlarına hem muhaliflerine: “Beni mi seçeceksin, hayatı mı?”

Biz çok erteledik zamandan ve mekândan silinip yerimize beton dökülmesinin yasını tutmayı. O yüzden başımıza gelen kazaları gözden geçirip Virilio’nun sözünü ettiği hisseleri de alamadık bir türlü. Belki şimdi, bütün dünyanın bir uçurumun kenarında yürüdüğü bir zamanda aklımız başımıza gelir de, bize bu afetten kurtuluş yolları önermek için birbirleriyle yarışan (!) siyasi ekiplere tarımı ve -evet tam olarak bunu kastediyorum- köylülüğü bir gelecek formu olarak hatırlatacak kadar basiret ediniriz bir yerlerden.

Ayşe Çavdar’ın önceki yazıları:

CHP ve semboller denizi

Beykoz’la Ahlatlıbel arasında – Masadaki büyük boşluk!

Ortaçağ karanlığı – Uygun adım geri gitmenin çok ileri yolları

Bekle bekle nereye kadar, bugünü kim örgütleyecek?

Geleceği bir şenlik gibi kurmak

Ne hükümrân kalır ne zulüm ne de kin

Enes’in muhalefeti

Krizde asılı kalmak ya da umut yöntemi

Nedir ki bir üniversite – Cübbeler, postallar ve kilitler

E bu muhalefet daha ne yapsın – Birkaç somut öneri

Ortak bir şeyleri kalmayanların ortaklığı

Hayaller, gerçekler ve vazgeçmeyenler

Krallar, istatistikler ve Mahruze Teyze

İyi haberlerin adresi – Sıkıcı veriler

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.