Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: CHP ve semboller denizi

Yoksullar kendilerini yoksullaştıran siyasetçilere oy vermeye neden devam ederler? Toplumlar onlara kriz ve korkudan başka hiçbir şey vaat etmeyen liderlere niye rıza gösterirler? Kendi geleceklerini bu yolla karartan toplulukları, anket yüzdeleriyle sayıp “neyi istiyorlarsa onu verelim, yeter ki vazgeçsinler” yılgınlığıyla başka türlü bir siyasete ikna etmek mümkün müdür?

Dünya geçen haftaya göre daha büyük bir yangın yerine dönmüşken aklımızın köşesinde bu sorulara ayırdığımız yer biraz daha büyüdü. Çünkü Rusya’nın etrafındaki geniş ve derin hendeği korumak için Ukrayna’yı işgale kalkışan ve bu yolla hem kendi ülkesini hem işgal ettiği ülkeyi sonu belirsiz bir belanın orta yerine taşıyan Putin seçilmiş bir lider. Trump da öyleydi. Hindistan’da Modi, Macaristan’da Orban, Brezilya’da Bolsanaro böyle siyasetçiler. Şili bozkırda bir çiçek gibi mutlu etti birçoğumuzu. Çok uzun ve sabırla uğraş veren muhalefet seçim kazandı, hem de Nazi aklıyla malül bir rakibe karşı yarışarak. Allah’ım bize de nasip et dedik, umutlandık. Kimilerimiz “bunun hesabını sorar küresel sermaye Şili’ye. Bu yeni ve umut veren iktidara ne istiyorlarsa yaptırırlar ki başka halklar bakıp umutlanamasın” diye düşündü.

Şili Devlet Başkanı Gabriel Boric

Seçilmiş çoğunluğun arzu ve rızası üzerine kurulu temsili demokrasi uzun bir kötü tecrübeler manzumesine dönüştü çoktan. Bir yandan da dünya yanıyor. Hem öyle böyle bir yanmak değil. Savaşlar, göçler, kendini iyice hissettirmeye başlayan ve her şeyden daha çok aciliyet arz eden iklim krizi, ne zaman biteceğinden emin olmadığımız bir salgın! Can havlindeyiz! Hayatta kalma korkumuzla başetmeye ayırıyoruz enerjimizin çoğunu. Korktukça ve burnumuzu bir türlü kurtaramadığımız krizler ve belalar başımıza açılmaya devam ettikçe aynı soruyu bir daha soruyoruz: İnsanlar kendilerini yoksullaştıran, hayatlarını krizlerle örülü bir engelli koşuya dönüştüren, müşterek her neleri varsa sömürüp tüketen ve posasını pazara çıkartan siyasetçilere oy vermeye niye devam ediyorlar/ Nesi var bu insanların? Hem siyaset niye böyle? Böyle olmak zorunda mıydı? Daha korkuncu da var: Bu sonuçları ortaya çıkaran cumhuriyet ve demokrasi sahiden erdem mi?

Bu son soru, öncekilerden geçilerek vardığımız yer ama yanıtlamak gelmiyor içimizden. Çünkü bu soruya, “Yoooo hiç de değil, bakınız onsuz daha güzel idare ediyoruz, kimsenin hiçbir yaptığımıza gıkı çıkmıyor, çıkanı da demir yumruğumuzla eziyoruz” diye cevap verenlerle dolu dünya. Demiştim ya yangın yeri diye… Dünyayı kundaklayanlar da işte bu cevabı verenler.

Bir uyarlama denemesi

Michael Lipsky, Murray Edelman’ın Siyasi Dil: Başarılı Kelimeler Başarısız Politikalar (Political Language: Words That Succeed and Policies That Fail) adlı kitabına yazdığı girişte aşağıdaki tespiti yapıyor.

“1970’lerin orta yerine doğru giderken, bir başkanlık seçiminin daha arefesinde, ABD’de kitlesel (siyasi) katılımla ilgili şok edici gerçeklerle yüz yüzeyiz. Alabildiğine kötü ekonomik koşullar, bütün bir kuşağı bu denli etkileyecek kadar uzamışken ortada güçlü bir kitlesel muhalefet yok. Geleneksel siyasete katılım konusunda ise bariz bir isteksizlik var.”

Lipsky’ye göre, kitabın yayınlandığı tarihte olması gereken, sokakların protestodan geçilmemesi, mevcut siyasetçilerin hiçbir işi beceremediklerini düşünen yurttaşların partileri eleştiri yağmuruna tutmaları, hatta aktif siyasete atılmak için ellerinden geleni yapmaları idi. Ama hiç de böyle değildi manzara. Neden? Mevcut ve zayıf protesto gösterileri onların çıkarlarını dillendirdiği zaman bile mesafelilerdi, yerlerinden kalkıp bir pankart da onlar taşımıyorlardı. Neden?

Edelman, demokrasinin bir erdem olup olmadığından şüpheye düşüren bu sorulara cevap veriyor kitabında. Siyasi dili oluşturan sembolleri, o dilden ortaya çıkan performansları ve hatta kimi argümanları dile getiren cümlelerin sentaks ve semantiğine odaklanarak, yoksulların yoksulluğa nasıl razı olduklarını daha doğrusu örgütlü bir biçimde buna nasıl ikna edildiklerini anlatıyor.

Çok önemli ve siyasi iletişimciler tarafından çokça atıf yapılmış bu kitapta Edelman’ın yoksulluğu kabullendiren siyasi dil örüntüleri hakkında yaptığı birkaç saptamayı, ana akım muhalif ittifakın AKP’yi telif hakkı yine AKP’de olan bir sembolik dille yenmesinin neden mümkün olmadığını izah etmek için uyarlayacağım kendimce.

Edelman kitabında, kitlelerin insanların endüstrileşmenin de üstesinden gelemediği, hatta kronikleştirdiği ve derinleştirdiği eşitsizlikler karşısındaki kabullenici tavrının sebeplerini izah etmeye girişiyor. Bu kabullenilmişliğin, “cahil” kitlelerin daha iyisini hayal edememelerinden kaynaklanmadığını, bilakis bu sorunları çözeceklerini iddia eden siyasilerin, bürokratların, hatta hayırseverlerin hem de ateşli bir dille çözüm vaad ederken kullandıkları dilin bir ürünü olduğunu öne sürüyor. Diyor ki,

“Siyasette, tıpkı dinde olduğu gibi, törenselleşen ve banalleşen her şey, geçerliliklerinden bağımsız olarak güven verici inançları güçlendirir ve insanları rahatsız edici meseleler hakkında geliştirebilecekleri şüpheci sorgulamalardan vazgeçirir (3).”

Başka türlü söyleyeyim, insanlara bir konuyu fazla karıştırmamalarını söylemenin en kestirme yolu o konuya ilişkin tekrar eden bir tören uydurmaktır. Her güne en az bir kutlama ya da anmanın düştüğü memleket ortamında devletin ve onu yönetme sorumluluğunu/erkini zaman zaman elde etmiş siyasi ekiplerin bizden hangi konuları fazlaca karıştırmamamızı istediklerini, ajandanızı açıp dini ve milli bayram ve anmaları şöyle bir gözden geçirerek bulabilirsiniz. Gene her bir siyasi ekibin kendisine hangi konuda soru sorulmamasını istediğini, yıldönümü koleksiyonlarında ve törenlerde yeniden kurdukları sembolik dilde bulabilirsiniz.

Edelman’a göre hiç de çıkarımıza olmayan şeylere rıza göstermemizin bir nedeni de o konudaki çelişkili yargıların eş zamanlı olarak anaakımlaşması. Örnek mi? “Yoksulluk yoksulun suçu… Yoksullara yardım boynumuzun borcu.” Bu iki cümle hem yardıma muhtaç olanı (yoksulu) hem de bir şekilde yardım edeni etik bir uçurumun eşiğinde yaşatıyor. Çünkü yoksulluk yoksulun suçuysa, o yoksul, yoksullara yardımı boynunun borcu olarak gören zenginin serdettiği sonsuz ahlaki üstünlük karşısında yerlere kadar eğilmelidir(!). Değil mi? Yok ya! Hadi ordan! Ama işte çalışıyor bu çelişkili argüman, hem de dünyanın hemen her yerinde.

Ah keşke bu kadarla kalsa. Edelman diyor ki, “yoksulluğu problem olarak tarif eden (konuşmalarda) geçen ‘sistem’, ‘iktisadi kural’ gibi kelimeler, kavramlar insanları yoksulluğun başedilemez bir sorun yani kader olduğuna ve herhangi bir siyasi çabanın bunu değiştiremeyeceğine ikna etmeye yarar (s.8).”

Dolayısıyla güçlü kelimelerle kurulmuş o çelişkili mantık bize ayakları yoksulluk, devlet ve ekonomi olan bir bilişsel sacayak kurmayı önerir. Bunlardan hangisini cümle içinde kullansak diğer ikisi gelir aklımıza. Yani her yoksulluk dediğimizde, devletin elinden geleni yaptığını ve ekonominin yasaları dikkate alındığında yoksulluğun ve onun bir semptomu olduğu eşitsizliğin bir çaresi olmadığını söylemiş oluruz. Bunu kastetmesek bile böyle söylemiş oluruz üstelik. Hatta tam aksini söyleyerek bu sacayağın oluşturduğu basmakalıp yargıyı güçlendirebiliriz de. Bir başka deyişle, o çelişkili yargıyı oluşturan kelimelerle konuşarak, ona muhalefet etmek imkânsızdır. Çünkü bir bilişsel yapıyı, o yapıyı oluşturan sözcükler ve sembollerle parçalayamaz, değilleyemez ya da ortadan kaldıramayız. Eğer bu bilişsel yapıyla gerçekten bir derdimiz varsa, başka kelimelerle başka bir bilişsel yapı kurmalı ve muhalefet ettiğimiz yapının üzerinde durduğu sacayağına alternatif bir zemin kurmalıyız. Bu da ancak, bu pek bir güçlü kelimelerin maskelediği hakikati, o artık sizin açınızdan her neyse, başka kelimelerle anlatarak olur.

Kestirmeden söyleyeyim: Rakibinizin kelimelerini kullanarak kendi hakikatinizi ya da hakikatin size görünen versiyonunu anlatamazsınız. Rakip repertuardan alıp kullandığınız her kelime, sizi alt etmek istediğiniz ekibin sözcüsüne dönüştürür. İster dalga geçerek, ister yeniden tarif etmeye girişerek, ister sahip çıkarak söyleyin, rakibinin kelimelerini kullanan her ateşli muhalif onun ajanına dönüşür.

Peki siyasi retoriğini sistematik olarak rakibinin sembolleri ve kelimeleriyle kuran bir ekip tam olarak ne yapmış olur? Bu elbette o siyasi retoriğin kime hitap etmesini beklediğimizle de ilgili. Edelman iki uç dinleyici türünden bahsediyor: “Dogmatik inançlılar” kendi fikirleriyle çelişen bilgileri inandırıcı bulmayıp reddedeceklerdir. Kendi düşüncelerinin dahi değişebilir olduğunun farkında olanlarsa çelişkili deliller karşısında bağımsız düşünme sorumluluğunu üstleneceklerdir (s.20). Bu iki uç arasında geniş bir yelpazeden bahsediyoruz yani. Şu halde retoriğinizi kurarken bu yelpaze içindeki hangi segmente hitap ettiğinize de dikkat etmelisiniz.

Bir sembol olarak 28 Şubat

Siyasi rakibiniz 28 Şubat tarihini hemen her konuşmasında, özellikle kritik zamanlarda, toplum içindeki zamanla “emek emek” şekillendirdiği düşmanlıkları beslemek için sık sık kullanıyor. Siz de, onun elinden bir zamanlar tarafları arasında yer aldığınız bu dramatik tarihin gücünü almak, onu bu sembolik silahtan mahrum bırakmak istiyorsunuz. Çünkü, rakibinizin her türlü tutarsızlıkla malul inançlarına sadakatle bağlı olan seçmenlerini, ondan ve ülkeyi reva gördüğü felaket yolundan vazgeçirmek istiyorsunuz. Üstelik ondan, herkese göre farklı sebeplerle vazgeçmiş başka insanları da almışsınız yanınıza. Demek istiyorsunuz ki, 28 Şubat’taki payımızı bir başka 28 Şubat örgütleyip bundan zarar gören insanlarla helalleşerek gidermek, tazmin etmek istiyoruz. Bunun için, AKP’nin 20 yıldır hepimizi peyderpey felakete sürükleyen yolculuğunun başladığı yere, Bilkent Otel’e gideceksiniz. Sembolü tersine çevirmek konusunda ne kadar kararlı olduğunuz anlaşılıyor. O yolculuğa başından itibaren ya da ortasından sonra şu ya da bu şekilde dahil olmuş insanlarla bir helalleşme yolculuğu yapacaksınız. Öncesinde de, yani bu yazının yazıldığı gün, o yolculuğu miras olarak bırakmış birinin (Erbakan) anmasına katılacaksınız. Böylece, geçmişte partinizin de ürettiği siyasi retorikle ve kurumlardaki gücü itibariyle parçası olduğu bir kırılma anını, o kırılmayı temsil eden tüm sembollerin üzerinden bir bir geçerek onaracaksınız.

Sahiden mi?

Üzgünüm ama, o kırılmanın hatırasını hafızalarda tazelemekten başka işe yaramayacak bunca emek vererek kotardığınız bu devasa sahne. Çünkü bu performansta sahnelenen oyunu siz yazmadınız. Üstelik kendinizi, rakibinizin kurduğu cümlede tam da onun belirlediği yere oturttunuz. İfade edebildiğiniz tek şey geçmişte bir parçası olduğunuz o kötü şeylerdeki payınızdan dolayı pişman olduğunuz. Ama bunu ifade edebilmek için o kötü şeyin tüm sorumluluğunu üstlendiniz, çünkü yanınızdakiler bu performansta gene makul ve yüce gönüllü mağdurlar olarak bulunuyorlar.

Kime hitap etmek istemiştiniz?

Kendi seçmenlerinize mi? Onlara önerdiğiniz şey ne? Memleketi bunca yıldır felakete sürükleyenlerin sizinle ilgili bütün iddialarını olanca ağırlıklarıyla kabul edip seslerini kesmeleri ve oturmaları mı?

Rakibinizin, memleketin şu halinde bile ona inanmaktan vazgeçmeyen mü’minlerine mi hitap etmek istiyorsunuz? Onlar size baktıklarında 20 yıldır destekledikleri liderin ne yapıp edip sizi o özür makamına üstelik tam da arzu ettiği gibi oturttuğunu görüyorlar. Yani sizin kurduğunuz sahne rakibinizin yürüyüşüne eşlik eden bir zafer takına dönüşüyor.

Müttefiklerinizin seçmenlerine güven vermek miydi amacınız? Rakibinizin dogmatik mü’minleri evden, işten, mahalleden tanıdıkları o “vazgeçmiş”lere, “eeee, değdi mi bari 28 Şubatçılarla işbirliği yaptığınıza” diyecekler. Hepsi bu kadar.

Kimsenin kalıplaşmış yargı sacayayığını sarsmadınız. Aksine üzerinize rakibinizin yapıştırdığı bir etiketi olduğu gibi kabullenerek, yani onun arzu ettiği şekle bürünerek çıkıyorsunuz karşısına. Niye yapıyorsunuz bunu?

Sahi niye yapıyor CHP bunu?

Yeniyi kurmak

1950’den bu yana, dile kolay 73 sene boyunca, doğru dürüst iktidar yüzü görmemiş bir parti, devlete egemen olmuş, kâhir ekseriyeti sağın şu ya da bu yamacında olan siyasi partilerin sorumluluğu bulunan mel’unlukların sorumluluğunu niye üstleniyor? Devlet bürokrasisinde, özellikle orduda, hep herkesten güçlü bir temsili oldu diye mi? Gerçekten mi? Hâlâ böyle düşünenler var mı? Peki böyle düşünenler, tabii eğer iktidarın iktidarda kalma direncine hayranlık beslemiyorlarsa, CHP’yi en son ne zaman AKP gibi yekpâre bir parti formunda görmüşler?

CHP, “Ben Cumhuriyet’im, kurucu benim, her türlü meselede mes’uliyet de bana aittir” diyorsa ve bunu bir yeniden kurucu iktidar talebi olarak dile getiriyorsa, niye sayıp döktüğü suçların neredeyse tamamını rakibinin tesbihinden devşiriyor. CHP’nin yerinde olsam hem ortaklarıma hem rakibime, “Bahçeli’ye sormadığınız, Demirel’i yad etmediğiniz hesabı bana niye soruyorsunuz?“ derim, “Siz bu hesapları sorun, ben de o esnada Nur Sertergillerle hesaplaşırım, hem de seve seve…”

Şunu söylemek daha bile büyük cesaret ister: “Uçurumun kıyısında yapılacak ve oldu bittiye getirilecek bir iş değil bu. Birbirimize bu meseleyi ciddi anlamda ele alacağımız bir dinginlik için söz verebiliriz. Gelin programımıza yalnız 28 Şubat’la değil, 27 Mayıs’la, 12 Mart’la, 12 Eylül’le ve nihayet 15 Temmuz’la hep beraber hesaplaşacağımız, zaman ya da katılım sınırı koymayacağımız, ilgili herkesi dinleyip bütün dokümanları gözden geçireceğimiz bir yüzleşme meclisi oluşturmayı da koyalım. Herkes, her konuda eteklerindeki taşları döksün, sorumluları bilelim, hukuk yoluyla hesap soracaklarımıza soralım, gerisiyle hesaplaşmanın başka yollarını bulalım ki bir daha olmasın böyle işler.”

CHP’nin yüzleşmesi gereken kusurları ve suçları yok mu? Ohooooo, gani gani. Bir asırlık bir partinin suçtan kusurdan azade olması nasıl beklenir? Benim merak ettiğim CHP’nin bu yüzleşmeyi kendi sacayağı üzerinde durarak, tamam anladık o sacayağa güvenmiyor artık, haklı da, o halde kendine seçmeni olan ve olmayan toplumla müzakere halinde yeni bir sacayak kurarak değil, rakibinin ve rakibinden kopanların kurdukları ve gayet sallanmakta olan bir sacayak üzerinde kendine yer açmaya çalışarak yapması. Bunda bir tuhaflık yok mu? Bu tuhaflığın sebebi, CHP’nin AKP’yi rezil bir vezir eden sağ popülizmin işleyen ve iktidar getiren bir siyasi gösteri olduğuna ve bundan kaçılamayacağına dair bir inançtan mı kaynaklanıyor? Daha beteri, acaba CHP de Türkiye’nin ancak AKP’nin önerdiği yoldan gidenlerin yönetebileceği bir ülke olduğunu mu düşünüyor? Yani CHP’nin memleket tahayyülü de AKP’ninkiyle aynılaştı mı? O zaman neyin iktidarına neden talipler ki? Ha bu yalnızca yanlış yönlendirilme problemiyse, bu konuda bu kadar yanlış yönlendirilen bir partiye, her biri kocaman birer açmaza dönüşmüş sorunlarımızı nasıl teslim edeceğiz? Çok acayip bütün bunlar.

Edelman’ın içime düşürdüğü bir kurtla bitireyim.

“Liderler, politikalarına yönelik güçlü nefrete tepki olarak yerlerinden edilebilirler, ancak bu onların politikalarının yerinden edildiği anlamına gelmez… Bir lideri övme ya da görevden alma katarsisinin, başarısızlığa uğrayan politikaları terk etme taleplerini kolayca başka yöne çevirebilmesi (mümkündür.)”

Ne yapalım şimdi? Siyasi iletişim gafları gibi duran bütün bu tuhaflıkları CHP’nin liderlik ettiği ittifakın iktidara gelince, AKP ve şeriklerinin kaldığı yerden devam edeceğine mi yoralım? Niyetin bu olmadığından eminim. Lakin, şu gayet pörsümüş sembollerle döşenen siyasetin varma ihtimali bulunan menziller de hiç iç açıcı görünmüyor.

Ayşe Çavdar’ın önceki yazıları:

Beykoz’la Ahlatlıbel arasında – Masadaki büyük boşluk!

Ortaçağ karanlığı – Uygun adım geri gitmenin çok ileri yolları

Bekle bekle nereye kadar, bugünü kim örgütleyecek?

Geleceği bir şenlik gibi kurmak

Ne hükümrân kalır ne zulüm ne de kin

Enes’in muhalefeti

Krizde asılı kalmak ya da umut yöntemi

Nedir ki bir üniversite – Cübbeler, postallar ve kilitler

E bu muhalefet daha ne yapsın – Birkaç somut öneri

Ortak bir şeyleri kalmayanların ortaklığı

Hayaller, gerçekler ve vazgeçmeyenler

Krallar, istatistikler ve Mahruze Teyze

İyi haberlerin adresi – Sıkıcı veriler

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.