Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Beykoz’la Ahlatlıbel arasında – Masadaki büyük boşluk!

Polis otobüsünün camından dışarı bir işçi bakıyor. Yüzüne bir palmiyenin silüeti düşmüş. Elleri plastik kelepçeyle bağlanmış. Yumruk değil yani iki elin kavuşup yaptığı şey. Ne hissediyoruz fotoğrafa bakınca? En bir ortak hissiyatımız ne? Kıstırılmışlık? Çaresizlik? Niye bu kadar aşinayız biz bu mel’un hissiyata?

Üzerindeki beyaz kumaş parçası grev önlüğü. Sık sık görmeye başladık sokaklarda. Bir itirazdan çok daha fazlasının, can havlinin yarattığı bir “moda.” Gözler… Bakmaya da, baktığımda gördüklerimi düşünmeye de korkuyorum. Titriyorum korkudan. En önce gördüğüm şey kırgınlık o gözlerde. Terkedilmişlik sonra. Bir tür inamama hali. Şaşkınlık değil ama. Bu şeyler nasıl oluyor, niye oluyor? Bu kadarı yapılmaz ki, olmaz ki… Ne çok tekrar ediyoruz değil mi bu soruları içimizden? Cevap bulamadıkça inanmamız tavsiye edilen her türlü şeye haddini bildiren sözler hazırlıyoruz.

Uzağa bakar gibi bakıyor… Haklarını aradıkları için işten atıldı bu insanlar. Protesto etmek için çalıştıkları şirketin sahibi olan Tuncay Özilhan’ın evinin sokağına gittiler. Özilhan’ı korumaya devletin polisi geldi. Sahi, Özilhan’ın korunmaya ihtiyacı mı vardı? Niye böyle düşündü ki? Neden korktu yani? Onu protesto eden işçilerin mahallesindeki itibarını zedelemesinden mi? Çıkarttıkları seslerle komşu çocuklarının uyanmasından mı? Neden korktu acaba? Belki kendi suretini kapısının önüdeki işçilerin aynasında görmekten rahatsızlık duymuştur. Kaşınır gibi olmuştur sırtı. O işçilerin gidip evini basacaklarını ve yağmalayacaklarını düşünmemiştir, bundan emin olabilirsiniz. Öylesi bir tehlikeyi asla hissetmemiştir. Çünkü bu kadarı ahmaklık olur. Bu tür şeyleri, kendisi gibilerden haklarını talep edenlerin yaptıklarına hiç tanık olmadı Özilhangiller. Aksine baskın, mala çökme ve yağma Özilhan gibi olmak isteyenlerin işi oldu hep. Patronunun bebesine zarar veren işçi görmedim ben henüz. Ama sistematik olarak ihlal edilmiş işçi güvenliği önlemleri yüzünden yetim kalmış binlerce çocuk yaşıyor bu ülkede. Hal böyleyken polis niye Özilhan’ı koruyor ki? Aman be, benimki de soru mu şimdi?..

Neyse, nereye bakıyor bu işçi? Kim o işçi? Adı Gülabi Aksu. Gözüme parça parça takılan haber ve paylaşımlardan öğrendiklerimi aktaracağım. Ama sizden bir şey istiyorum. Ne olur Gülabi Aksu’nun hikâyesine üzülmeyin. O hikâye öfkedaşlık yaratmıyor, yalnız üzülüyorsak yerimiz ne yazık ki Migros depo işçilerinin ya da haftalardır ülkenin her yerinde hakları için mücadele eden insanların yanı değil. (Nerelerde kimlerin kimlere direndiğine dair harika bir çalışma yaıyor Evrensel Gazetesi. İşçi eylemleri haritasına girip şuradan bakabilirsiniz.)

Maden kazalarında patronların çıkarına kurban edilen işçiler için de üzülemeyiz. Ne münasebet! Hakkımız yok ki onlar için üzülmeye. Üzerimize düşeni yaptık mı ki üzülmeye hakkımız olsun? Öfke lazım bize. Gözlerimiz haksızlıkları seyretmekten değil, öfkeden yanmalı. Kimin için üzüleceğimizi de söyleyeceğim sonra, aklım erdiğince. Öfkemiz üzüntümüze galebe çaldığında #geççek bu her bir gününü başka bir köşeye sıkıştırılarak geçirdiğimiz kapkara dönem.

Eylem hayatiliği

Gülabi Aksu, Migros’un Esenyurt deposundaki 256 mesai arkadaşı gibi çalışma koşullarının iyileştirilmesini istiyordu. Taşeron firmanın verdiği yüzde 8’lik zammı kabul etmiyorlardı. Niye etsinler? Migros ve taşeronlar daha çok kazanabilsinler diye mi? Talepleri dikkate alınmadığı için grev yaptılar ve işten çıkartıldılar ancak vazgeçmediler. Haklarıyla birlikte işlerini de geri almak için devam ettiler mücadeleye. Eylemlerini, Migros’un sahibi Tuncay Özilhan’ın Beykoz’daki evinin önüne taşıdılar. Gülabi Aksu, bu eylem nedeniyle gözaltına alınan 100 işçiden biri. Emniyette haklarında işlem yapılan işçiler serbest bırakıldılar.

Bu eylemin bir ev baskını olduğunu söyleyenler hiç kusura bakmasınlar. Tepemizde alıcı kuşlar gibi dönen pek çok belanın sebebinin özel mülkiyetin emek aleyhine kutsanması olduğunu anlayacak kadar yaralanmamış demek elleri, yüzleri ve haysiyetleri. Belki o yaraları görünmez kılacak ucuz ve mikroplu sargılardan kurtulurlarsa fark ederler alıcı kuşlarla girdikleri pazarlıkların simalarında bıraktığı izleri.

Gazeteci Fatima Çelik, Migros’ta temizlik işçisi olarak çalışan Gülabi Aksu’ya evinde misafir olduğunu anlatıyor. Çocukları ve eşi hastaymış, kızını hastaneye götürecek yol parası bile olmadığını söylemiş kendisine.

Birgün’den Yaren Çolak’a verdiği söyleşide çocukları için eylemde olduğunu söylemiş ve şöyle anlatmış evdeki durumu Gülabi Aksu: “(7 yaşındaki kızım) geçenlerde nefes darlığı yaşadı, hastaneye gittik. Bir ilaç verdiler. Bir buçuk ay oldu hâlâ alamadım… Ama mücadelemiz devam ediyor. Birliğimiz, beraberliğimiz devam ediyor. Bir ekmek parası istiyoruz. Bize bir ekmek parasını çok gördüler, ama alacağız.”

TELE1’den Tolga Yanardağ’ın sorularını yanıtlayan Gülabi Aksu şunları anlatmış:

“Tuncay Özilhan o sarayda, o villada yaşarken biz sefalet içindeyiz. O tomarları kazanırken 4 lirayı, bir ekmek parasını bize çok gördü. İşçiler perişanlar. Evine ekmek götürecek paraları yok. Müdürlerle görüştük, herhangi bir netice alamadık. Dün villasının önüne protestoya gittik, sanki biz baskına gitmişiz. Etrafımızda binden fazla polis vardı. Açıklamamızı yaptık. Bir yetkili gelsin konuşalım ondan sonra dağılırız dedik. Bir anda etrafımızı sardılar, yere düşenler oldu, darbe yiyen oldu, bayılan oldu. Bizi de kelepçeleyip götürdüler. O araç (gözaltı aracı) içinde çoluk çocuğumun rızkını düşündüm. O polisleri gördüğüm zaman benim içim parçalandı. Acaba biz bir şey mi yaptık diye düşündüm. Fazlasını istemedik, bir ekmek parası istedik.”

HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’na da konuşmuş Gülabi Aksu ve anlattıkları işverenin çalışanların bir kısmını basbayağı mobbingle istifaya zorladığına işaret ediyor:

“Çoluk çocuğumuz için mecbur mesaiye kalıyorduk. Bir çocuğumuz hasta olsa da zar zor izin alıyorduk, vermiyorlardı. ‘Sen gidersen buranın hali temizliği ne olacak, malı ne olacak’ diyorlardı. Bizi almıyorlardı! Gidip işine gelenle adamları izin verip gönderiyor, bize izin vermiyorlardı. Benim çocuğum hasta götürüp getiremiyordum. Çocuğum rahatsız şu anda evde. Gücüm olsa zaten hastaneye götürürüm.”

Gülabi Aksu’yu arayanlar arasında süpermarketlere enflasyonu yükselttikleri (!) için bir nevi savaş açan iktidarın Ekonomi Politikaları Kurulu’nun üyesi Korkmaz Karaca da var. Sanki polisleri Özilhan’ın evinin önüne gönderip, işçileri ters kelepçeyle gözaltına alan da mevcut idare değilmiş gibi bir lütuf dili kullanıyor, birkaç aylık yardım ettiğini söylerken hiç utanmadan: “Gülabi kardeşimiz bu işin başlangıcı olsun, hep beraber, el ele dayanışma içinde zorlukları aşalım.” Bu zatın patronu “aynı gemideyiz” deyip duruyor malumunuz. Dümeni kurtlu gemilerinde kendilerinden başka kimseye yer olmadığını kaç yıldır herkese nasıl da bellettikleri cümle aleme malum değilmiş gibi.

Empati mi? Gerçekten mi?

Migros işçilerinin Özilhangillerin sokağında eylem yapması karşısında, bu patron kişisiyle empati kurulması gerektiğini, işçi eyleminin de bir sınırı olduğunu söyleyenler gördüm öte yandan. Dehşete düştüm. Özilhangillerle niye empati kurayım? Kurdukları ekonomik ve siyasi iktidar ağları onlara yeter de artar. Hiç ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum bizler gibi aylık emeğine biçilen değerle yaşayıp gidenlerin geliştirecekleri empatiye. Ne lüzumsuz bir öneri. Hem Özilhangiller nokta-i nazarından, hem de bizlerin.

Öte yandan Gülabi Aksu ile yapılan söyleşilerin çoğunda, sanki emeğinin karşılığını almak isteyen insanların yaptıkları eylemi haklı göstermek için fazladan bir “sefalet” anlatısına ihtiyaç varmış gibi uzun uzun yokluklardan yoksulluktan bahsedildiğini gördüm. Ne lüzum var ki?… Emek mücadelesi yalnız yoksulluktan kurtulma mücadelesi mi? Yoksulluktan, sefaletten bir adım ötesine hakkı yok mu emekçinin? Eğer sorunumuzu çözecek şeyin adı empati ise, kiminle kuracağımız, kimler için daha iyi bir hayat ve güvenlik isteyeceğimiz belli değil mi? İşçilerin eylemlerini haklı bulmak için ne kadar sefil durumda yaşadıklarına mı tanıklık etmemiz gerekiyor? Eğer öyleyse ne kadar korkunç insanlarız biz? Nasıl da arsızız umursamazlıklarımızda? Kim oluyoruz, kendimizi ne zannediyoruz ki yalnız ve yalnız sefaletine kefil olduklarımızın yanında duralım haklarını aramak için ayağa kalktıklarında? Bir işçi şimdi yaşadığından daha iyi bir hayat istediğinde duramayacak mıyız onun yanında? Daha iyi hayatlar yalnız Özilhangillerin hakkı mı? O yüzden mi empati kurulacak taraf olarak onlar beliriyor, hem de şöyle bir zamanda?

Sahici olmadan gerçekçi olunur mu?

Her neyse değil tabii, ama hadi her neyse! Gülabi Aksu’nun hayatından ve eyleminden, geçen Cumartesi günü nihayet ve ittire ittira Ahlatlıbel’de kurulan altılı masaya giden bir hat var. O masa kimin tarafında olmayı vaad ediyor, mevzuya bir de buradan bakmak lazım. Fakat böyle baktığımızda tam orada, masanın olduğu yerde kocaman bir boşluk olduğunu göreceğiz. Çünkü o masayı “gerçekçi” siyaset üretmek için, memleketin sahici toprağından yani hak arayanların, eşitlenmek isteyenlerin taleplerinden uzak durmak gerektiğine iman edenler kurdu.

O boşluğu dolduracak nitelikte bir siyasete ihtiyacı var memleketin. Eğer o siyaset kurulursa, tabii ki sol ittifaktan söz ediyorum, işte o zaman siyaset Özilhangillerle empati kurmadan adım atamayanların imtiyazı olmaktan çıkıp başka ve sahici bir zemine taşınmış olur. Boşluk dolmaya, masa bir mana kazanmaya başlar.

Acelemiz var. Çünkü umuda ihtiyacımız var.

Kendi adıma konuşayım: O masanın nihayet kurulduğuna kani olduğum günden beri sabırsızlığım yeni bir zirveye taşınmaya başladı. Bu sefer sahiden tarihi bir dönemeçte Türkiye. Devletin artık çoktan çürümüş kurgusu çatılalı neredeyse yüz yıl oldu. Ciddi bir restorasyon gerekiyor ve tabii bununla birlikte kirin pasın temizlenmesi, tozların alınması, molozların atılması, kıymetlilerin kıymetli yerlerine yerleştirilip çöp olmuşların geri dönüşüme gönderilmesi de lazım. O yapıyı yeniden kurma salahiyeti, hayatlarını onu çürütmeye vakfetmiş ve çürümeyi köşesinden seyretmeyi seçmiş olanlara kalmayacak elbette. Bu yüzden Gülabi Aksu’yla kurduğumuz ilişki, üzüntü ya da empati değil, öfkedaşlık olmak zorunda.

Gönül ister ki sokağındaki işçileri polis çağırıp gözaltına aldıran Özilhan’ın beli doğrulmasın da cümle aleme ibret olsun hali. Yalnız marketleri değil, her türlü girişimi boykot ateşinde terbiye edilsin şöyle hak ettiğince. Onun serencamına baktıkça titresin aynı necis yolun yolcuları. O zaman belki Özilhan’la empati kuranlar da idrak eder şu içinde bulunduğumuz zamanın ne türlü ihtimallere gebe olduğunu.

Ayşe Çavdar’ın önceki yazıları:

Ortaçağ karanlığı – Uygun adım geri gitmenin çok ileri yolları

Bekle bekle nereye kadar, bugünü kim örgütleyecek?

Geleceği bir şenlik gibi kurmak

Ne hükümrân kalır ne zulüm ne de kin

Enes’in muhalefeti

Krizde asılı kalmak ya da umut yöntemi

Nedir ki bir üniversite – Cübbeler, postallar ve kilitler

E bu muhalefet daha ne yapsın – Birkaç somut öneri

Ortak bir şeyleri kalmayanların ortaklığı

Hayaller, gerçekler ve vazgeçmeyenler

Krallar, istatistikler ve Mahruze Teyze

İyi haberlerin adresi – Sıkıcı veriler

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.