Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Alphan Telek yazdı: Erdoğan yeniden Batı’nın aradığı kişi mi oluyor?

Derler ki “İnsan en çok savaşta insandır“. İnsani özelliklerimizin ve davranışlarımızın gerçek ve en net halinin savaş durumunda ortaya çıktığına işaret eden bir sözdür bu. Bana öyle geliyor ki hükümetlerin potansiyelini ve gidebilecekleri yönü de en çok savaş zamanında anlayabiliriz. Her şeyin kristalleştiği bir an olduğu için.

Mesela “Dünya beşten büyüktür, Türkiye küresel güçtür, dünya bizi kıskanıyor” gibi sözleri son aylarda duymaz olduk. Ukrayna’da savaş ihtimalinin kapıya dayanması ve hemen ardından savaşın başlaması ile birlikte bu tür söylemlerin iktidar için savaşta değil barış zamanında ve iç politikada son derece kullanışlı olduğunu bir kez daha anlamış olduk.

Öte yandan görünüyor ki savaş döneminde söylemler açısından iktidarda büyük bir itidal hakim. O yüzden iktidardakiler barış zamanı olduğu gibi boş gösterenlerle konuşmuyor.

2000’lerden 2010’lara

Dahası hiçbir işe yaramayacağı bilinse de Antalya Diplomasi Forumu gibi bir uluslararası toplantı ile iktidar Türkiye’nin dış politikada arabulucu rolünü öne çıkartıyor. AKP 2000’li yıllarda dış politikada parlarken ve Türkiye’nin bölgesel güç olarak önemi bölgede kabul edilmişken, bu arabulucu rolü iktidara önemli bir prestij sağlıyordu. Bu prestijse ticarete, bölgesel güce dönüştürülebildiği gibi, AB ya da ABD ile kurulan masalarda Türkiye’nin elini güçlendiriyordu. Elbette iç politikada da iktidarın elini sağlamlaştırıyordu.

Antalya Diplomasi Forumu

Ancak Arap protestoları ve hemen ardından Gezi hareketi ile Türk dış politikasında hem Türkiye algısının, hem Türkiye’nin dış politika araçlarının tamamıyla değiştiğine tanık olduk. Bir örnek vermek gerekirse, 2013’e kadar Tunus’ta, Mısır’da ve Ortadoğu’nun çeşitli yerlerinde İslamcılar “Bakın, İslam ve demokrasi bir arada olabiliyor” tezine ulusal ve bölgesel bir meşruiyet sağlayan AKP iktidarına sıklıkla referans veriyordu. Bu da yine sermayeye ve güce dönüştürülebilir bir siyasal prestij sağlıyordu.

Ancak 2013’te Gezi hareketinin bastırılması sonrası Tunus’ta Ennahda tarafından model olarak gösterilen AKP model olma vasfını yitirdi. Levent Gültekin’in deyişiyle AKP demokratik muhafazakâr çizgiden akit çizgisine geldikçe bu onu hem içeride hem dışarıda çok farklı bir konuma getirdi. Sonrası malum. 7 Haziran–1 Kasım arası süreç, lütuf olarak değerlendirilen 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında de facto otoriter bir yapının kurulması ile bunun 2017 ve sonrasında resmi olarak kurumsallaşması süreci.

Türkiye 2010’lu yıllarda giderek otoriterleşirken 2000’lerdeki  bütün dış politik araçlarını, zeminini ve aynı anlama gelmek üzere sermaye ve güce dönüştürülebilir siyasi prestijini kaybetti.

Tonunu, araçlarını ve vizyonunu yeni sistemle uyumlu hale getirdi. Bunun narativini (hikayesini) de yarattı ve sembollerle besledi. Ancak Türkiye’nin mevcut otoriterleşme süreci onu aynı zamanda daha izolasyonist bir noktaya götürdü.

Savaş 2020’leri nasıl etkiler?

Temas kuramayan, güven oluşturamayan, şüphe duyulan ve belki de Batı’nın demokrasi saflarında kaybedildiği düşünülen bir ülke haline geldi. Ancak tam bu noktada savaş ihtimalinin belirmesi ve dahası bunun gerçekleşmesi ile birlikte yeni bir dönem açılmış oldu. Burası ilginç. Çünkü hükümet bir süredir mevcut izolasyonu kırmak için İsrail, BAE ve AB ülkeleri ile temaslar sağlıyordu. 15 Temmuz’un finansörü olduğu söylenen BAE, hükümetin ideolojik anlamda taban tabana zıt olduğu İsrail ve Türkiye’yi kıskandığı söylenen AB ülkeleri ile.

Dahası hükümetin kurduğu bu temasları –normalleşmeyi- Washington nezdinde güven sağlamak için kullanması ihtimali. Tam bu noktada savaş patlak verdi. Soru şu: Bu savaş Batı’nın Erdoğan’la işbirliğini nasıl etkiler? Ukrayna savaşı bu açıdan ne gibi bir potansiyele sahip?

Bu yaratıcı yıkım gücü olan bir savaş. Verilen tepkiler ve gelinen nokta onu gösteriyor. Üçüncü dünya savaşı ya da nükleer bomba söylemlerinin artık en üst seviyede -taktiksel bile olsa– anılır olduğu bir zaman dilimindeyiz. Karşılıklı bağımlılık ilişkisinin birbirini kaldıramadığı ya da dengeleyemediği bir küreselleşme anı bu. Yaptırımlar Birinci Dünya Savaşı sonrası Weimar Almanya’sına yüklenen yaptırımlara benziyor. Sonucu Nazizm olmuştu. Barış görüşmelerinde bulunan John Maynard Keynes bunun çok yakın bir zaman içinde yeni bir savaş doğuracağını öngörmüş ama çıkarlar buna izin vermemişti.

O açıdan Ukrayna savaşının yarattığı şok dalgasının, aktörlerin algı ve planları üzerindeki etkisini yok sayamayız. Bu da şu soruyu getiriyor: Erdoğan yeniden uluslararası sistemin aradığı ve bölgede güçlü bir işbirliğini tercih ettiği siyasi aktör olur mu? Bunun cevabı için erken, o yüzden önümüzdeki süreci görmek lazım.

Fakat Erdoğan’ın hem iç hem de dış kamuoyunda böyle bir algıyı kullanmak isteyebileceği açık. Montrö Anlaşması’nın devreye alınması, Erdoğan’ın krizi fırsata çevirmek için attığı adımlardan biri olarak görülebilir. Rusya filosunun önemli bir kısmı zaten Karadeniz’deyken atılan bu adım sembolik bir değer taşıyor.

Batı etrafında mevzilenme ve semboller

Ama unutmayalım ki böylesi dönemlerde semboller bazen her şey olabilir. Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın başında (1946) ABD önderliğindeki Batı kampına katılmasının çok sembolik bir anı vardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş koşulları oluşurken, Türkiye’nin ABD büyükelçisi Münir Ertegün hayatını kaybeder. Ve ABD’ye ait Missouri zırhlısı Ertegün’ün naaşını İstanbul’a getirir. Daha önce olmayan bu uygulama ile ABD ve Türkiye hem bölgeye hem dünyaya bir mesaj vermiş olur. Savaşta yer almayarak Batılı kuvvetlerin tepkisini çekmiş olan Türkiye, Soğuk Savaş mevzilenmesinde Batı kampını net olarak tercih etmiştir.

Bu açıdan sembolik de olsa bugün Montrö’nün Türkiye tarafından uygulanıyor olması, ABD ve İsrail ile üst düzey temaslar, Ukrayna’ya satılan SİHA’lar, Erdoğan iktidarının Batı kampında yer almak istediğine ve ilişkileri savaşı da kullanarak restore etmek ve aynı anlama gelmek üzere mevzilenmek istediğine dair izdüşümler sunuyor. Tabii bunların sonucu içeride de iktidar restorasyonu olur.

Jeopolitik tartı hangi kefede ağır basar?

Bir ikna süreci olduğunu düşünebiliriz. Öte yandan, yine ABD önderliğindeki Batı’nın uzun yıllardır Erdoğan ile antagonistik temasları ve karşılıklı güvensizlikleri buna engel oluşturmaz mı sorusu akıllarda önemli bir yer kaplıyor. Aslında burada jeopolitik bir tartı var. Tartının bir kefesinde Biden’ın önderliğini yaptığı ya da yapacağı otokrat ülkeler–demokrat ülkeler (ABD dış politikasının yeni küresel ikiliği) ayrımı, diğer kefede ise jeopolitik konumlanış söz konusu.

İlk kefeye göre, Erdoğan hükümet etme yönüyle Putin’le aynı noktada. Yani otokrasi kampında. Ancak burada bu ayrımı silikleştiren şey Türkiye’nin özel jeopolitik konumu ve tarihsel ilişkileri. Bu noktada, Türkiye’nin Rusya’nın yayılmacı politikaları karşısındaki tarihsel tampon görevi (buffer state) bir kez daha sahne alıyor ve bu ikiliği bozuyor. Ayrıca ABD’nin geçmişte ve halen bugün dünyanın pekçok yerinde otokratik yönetimlerle anlaştığı, desteklediği ve hatta rejim kurmalarına dolaylı ya da dolaysız yardım ettiğini de biliyoruz. Bana kalırsa Batı –daha özelde ABD için-  bu reel-politik çıkarlar ve tarihsel pratik kefesi çok daha ağır basıyor.

Ancak hem Türkiye tarihindeki dış politik sıçramalar hem de Erdoğan’ın pragmatik kişiliği Türkiye’deki iktidarların önemli değişim ve dönüşümlere imza atabileceğini gösteriyor. Dahası Batı’nın da buna uyum sağlayabileceğini. Olmazın asla olmayacağı bir anda değiliz. Her şeyin mümkün olduğu bir andayız.

Son söz: Tüm bunların karşısında muhalefetin acilen dış politik söylemler ve araçlar konusunda kendisini netleştirmesi gerekiyor. Siyasetin en temel çizgilerinden biri rakibinin alternatifsizlik iddiasını yenmek ve güçlü alternatif olabildiğini göstermektir. Şu an bölgesel ve küresel dinamiklerin de etkisiyle bunun hazırlığını en çok Erdoğan’ın yaptığını görüyoruz. O açıdan, güçlendirilmiş parlamenter sistem konusundaki kararlılığın ekonomi ve dış politika konusunda da üretilmesi lazım. Dahası ve daha önemlisi, muhalefetin yönetebilir/muktedir olduğu algısını sadece içeride değil dışarıda da göstermesi lazım. Bu ise önce net olarak belirlenmiş politikalar, bunların araçları, söylemleri, sembolleri ve en nihayetinde bunları icra edebilecek ekibin bir an önce belirlenerek gerekli temasları içeride ve dışarıda sağlaması ile mümkün.

Alphan Telek’in “Erdoğan yeniden Batı’nın aradığı kişi mi oluyor?” başlıklı yazısını Kaya Heyse seslendirdi.

Alphan Telek’in önceki yazıları:

Ağır fırtınanın içinde – Güçlendirilmiş parlamenter sistem ne sağlar?

Tarihte kalmamış mıydı savaşlar, salgınlar, darbeler?

Ekonomi ve dış politika arasında muhalefetin yolu

Derin yoksulluk karşısında iktidarın ve muhalefetin stratejisi

“Daha az kazanmak için daha çok çalışmak”: Gölgede kalamayan kuryeler

Özgürlükçü laiklik neden Türkiye’nin yarınıdır?

Kasımdan ocak ayına “kırılgan zafer”: Muhalefet ve iktidar için ne değişti?

Kararsız seçmenin talebi – Muhafazakârlık mı muktedirlik mi?

İktidarın “çözülen sınıfsal tabanı” karşısında muhalefetin stratejisi var mı?

Zafer algısı – Muhalefet ve iktidar seçmenine nasıl zarar veriyor?

Büyük iktidar, küçük yatırımcı, sessiz muhalefet

“İktidar aslında gitti” – O zaman bu anketler ne anlama geliyor?

Doktorların göçü: Neden şimdi?

Çoğunluk

“Geçinemeyenler” – Öfkeli, geleceksiz ve prekarya

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.