Yeni belediye başkanı şehrin en sevilmeyen simalarından biriydi. Öyle ki adaylığı kesinleştiğinde halk isyan etmiş, “Bir bu adam mı kaldı” demişti ama su katılmamış AKP’li bu isim, kulis faaliyetleri sayesinde Erdoğan’ın tensipleriyle aday olmayı başarmış ve yine Erdoğan’ın yüzü suyu hürmetine AKP’nin bu şehirdeki en düşük oyunu alarak kazanmıştı. Adam gelirken kıyma makinesini de yanında getirmiş. AKP seçimlere girmeye başladığı andan itibaren belediye hep AKP’de olmasına rağmen, büyük bir kıyım başlıyor. Çünkü tepe yönetim özde değil, sözde AKP’li. Abime “Bu adam beni de atar, seçimden önce AKP’li bir kadınla kavga etmiştim” diyorum. Abim “Tam tersi, filanca akrabamızın en yakın arkadaşı, dile ne dilersen” diyor. Hadi ya? Eski belediye başkanı sanatla çok haşır neşir bir adamdı. Onun döneminde birçok sanat mekânı ve müze açılmıştı. Bütün o müzelerin satılacağı söyleniyor, belediye kâr elde etmiyormuş. Müzeden kâr elde edilmez zaten ama kafa tüccar kafası nasıl anlatacaksınız?
Adamlar sosyal hizmetlerde niteliğe değil, rakamlara bakıyor. Kaç kişiye hizmet verdiniz? Hizmetin kalitesi, standardı önemli değil, önemli olan aynı personelle, aynı mesai saati içerisinde daha çok kişiye gidilsin, daha çok, sayı sayı sayı. O zamana kadar hizmet olarak görülen ve asla reklamı yapılmayan sosyal hizmetler, yeni başkanın sosyal medyasında utanç veren videolara dönüşüyor. Bu hizmetler elbette duyurulmalı, daha fazla vatandaş bilgi sahibi olsun diye ama o şekilde değil. Yönetim tamamen değişiyor, eski belediye başkanının yaptığı her şey ya yok ediliyor ya da satılmak isteniyor.
***
10 Ocak’ta Türkiye’deki varlığı uzun zamandır reddedilen COVID-19 hastalığı ile mücadele için Sağlık Bakanlığı bünyesinde Koronavirüs Bilim Kurulu oluşturuluyor. Bilim Kurulu, başkanlık sistemine rağmen hastalıkla nasıl mücadele edilmesi gerektiği ile ilgili hükümete önerilerde bulunuyor ama uygulamalar hak getire.
24 Ocak’ta Elazığ’da 6.8 büyüklüğünde deprem meydana geliyor. Deprem sonucu 44 kişi hayatını kaybediyor, bin 607 kişi yaralanıyor. Bine yakın bina hasar görüyor. “İnşaat Ya Resullallah” diyerek bina edilen Türk ekonomisi hiç değilse vatandaşlarımızı koruyabildiğimiz binaların yapılmasına sebep olsaydı ama deniz kumu çalınarak inşaat faaliyeti yapmak hükümetin bile gizlemediği bir hırsızlık.
4 ve 5 Şubat’ta Van’da iki çığ felaketi gerçekleşiyor. İlk çığ sebebiyle yedi kişi hayatını kaybediyor, ardından olay yerine giden kurtarma ekibinin üzerine ikinci çığ düşüyor ve ikinci olayda 35 kişi hayatını kaybediyor. İkinci çığa, halen hassas olan alanda kurtarma faaliyetleri sırasında iş makinesi kullanımının sebep olduğu iddia ediliyor.
27 Şubat’ta İdlib’te Rusya ve Suriye hükümeti tarafından Türk konvoyuna hava saldırısı düzenleniyor. Saldırı sonucu 36 asker hayatını kaybediyor, 32 asker yaralanıyor. Türkiye’nin Suriye operasyonunda verdiği en büyük can kaybının haberini kamuoyuna Hatay Valisi duyuruyor. Haber bomba etkisi yaratıyor ancak birçok gazeteci tarafından durumun daha da vahim olduğu yazılıyor. Halk tıpkı Covid-19 ölüm rakamlarında verilen rakamlara inanılmadığı gibi, bu olayda da gerçek ölüm rakamının söylenmediğine inanıyor, gerçek rakamın 70 civarında olduğu iddia ediliyor. Saldırının ardından sosyal medya platformları erişime kapatılıyor. İletişim operatörleri Turkcell, Türk Telekom ve Vodafone’un da internetleri yavaşlatılıyor.
Saldırıdan sonra bir süre ortada görünmeyen Erdoğan’ın iki gün sonra İstanbul’da AKP milletvekillerinin katıldığı bir programda espri yapması ve gülmesi tepki çekiyor. Twitter’da #negülüyorsunerdoğan etiketi kısa sürede TT listesine giriyor. Saldırıyla ilgili ilk defa konuşan Erdoğan, benim halen daha hayret ettiğim, Türk siyasi tarihindeki en acayip vaadi ilan ediyor:
“Şehitler tepesi hiçbir zaman boş kalmayacak”
—
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
11 Mart’ta Sağlık Bakanlığı, Türkiye’de ilk koronavirüs vakasının tespit edildiğini açıklıyor. 16 Mart’tan itibaren ilköğretim ve ortaöğretim bir hafta süreyle, üniversiteler ise üç hafta süreyle tatil ediliyor. 17 Mart’ta resmi açıklamalara göre Türkiye’de COVID-19 kaynaklı ilk ölüm gerçekleşiyor. 21 Mart’ta 65 yaş üstüne sokağa çıkma yasağı getiriliyor. 25 Mart’ta tüm eğitim kurumlarında eğitime 30 Nisan’a kadar ara veriliyor. 3 Nisan itibariyle 20 yaş altına sokağa çıkma yasağı getiriliyor.
10 Nisan’da gece 22.00’da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 31 ilde iki gün boyunca sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini açıklıyor. Bir anda panik olan halk marketlere hücum ederken, bir kişinin acil durumlar için aldığı Luppo derin sosyolojik analizlere sebep oluyor. O güne kadar Erdoğan sonrası için en güçlü aday olarak gösterilen Soylu, sevgili Cumhurbaşkanı’nı zor durumda bıraktığı için istifa etme onurluluğunu gösteriyor. Hem iktidar hem muhalefet yanlılarının hayret ettiği bu girişim, Erdoğan’ın sen istifa edemezsin, ben kovarım telkini ile son buluyor. O günden sonra istifa etmek isteyenler zat-ı şahanelerinin tensipleriyle görevden affını talep ediyorlar. Vıcık vıcık bir otokrasi.
21 Eylül’de yüz yüze eğitim 1. sınıf ve okul öncesi öğrencilerini kapsayacak şekilde kademeli olarak başlatılıyor. 12 Ekim’de yüz yüze eğitim 2, 3, 4’üncu sınıflar ile 8’inci ve 12’nci sınıf öğrencilerini kapsayacak şekilde genişletiliyor. 2 Kasım’da 5. ve 9’uncu sınıf öğrencilerini de kapsayacak şekilde tamamen yüz yüze eğitime geri dönülüyor.
***
Parti bütün propaganda faaliyetlerini belediyenin kasasından yapıyor. Parti toplantı mı yapacak, belediyenin salonunu bedava kullanıyor, gelenlere yüzlerce kişilik yemek mi verilecek, belediyenin kasasından ödeniyor. Bir kuruma alınması gereken pahalı bir malzeme mi var, tasarruf tedbirleri sebebiyle alınmıyor ama Erdoğan gelecek diye bir günlüğüne binlerce liralıya dev LED ekran kurduruluyor. Söz konusu parti propagandası, Ahlat şenliği, Teknofest olduğu an akarsular duruyor, her ne talep ediliyorsa en gösterişlisi belediye kasasından sağlanıyor. Halkın parası parti faaliyetleri için peşkeş çekiliyor. AKP bütün festivallerini imece usulü belediyeleri arasında pay ediyor. Bu zorunlu bir görev zaten ama aynı zamanda belediyeler de kendilerini Erdoğan’a ispatlamak için gösteriş yarışında birbirini eziyor. İşin en kötü tarafı da bütün o şov için harcanan para dev bir çöp yığınına dönüşüyor.
Seçim öncesi AKP teşkilatlarında görev alan kişiler, seçim sonrası il ve ilçe belediyelerine yerleştiriliyor. Bu zaten o kişilere verilmiş söz ve AKP teşkilatında yerleşmiş bir teamül, ne kadar ekmek, o kadar köfte. Tabii teşkilat sayesinde işe girenler belediye içerisinde particilik, parti teşkilatında da belediyecilik yapıyorlar. Kimi sadece bankamatik memuru olarak maaşını alıp partiye çalışıyor, kimi belediyede aldığı yönetici koltuğu sayesinde ortak işlerini hallediyor. Yalnız sorun şu ki artık doyum noktasına ulaşan bu kadrolaşmada yeni beklentiler havada kalıyor. Eskiden salonları hınca hınç dolduran partililer, yeni dönemde beklenti karşılanmadıkça gelmemeye başlıyor. Parti için çok önemli kişilerin katılacağı programlar için bile ısrar kıyamet sağdan soldan insan toplanmaya başlanıyor ki gelen kişi salonu boş görmesin, ayıp olmasın. Kimi kandırıyorsunuz ki? Gelen başına gelebileceği biliyor, giden neden gitmesi gerektiğini biliyor, organizasyon sahipleri zorla getirdikleri bir avuç insandan gurur tablosu diye bahsediyor. AKP’liler kendilerine dahi yalan söylüyorlar. Böyle bir riyakârlık ve sahtekârlık düzeninde kimi kandırıyorlar, iktidardan düşerlerse her şeyini kaybedecek olan kendilerini.
FETÖ’cülerin yanı sıra onlardan olmayan insanların da büyük oranda tasfiye edilmesi sonucu boşalan devlet kurumları, AKP’liler ve farklı dernek, vakıf, cemaat mensuplarıyla dolup taşıyor. Yetersiz insan kaynağı sebebiyle liyakate bakılmaksızın atama yapılıyor. İl, ilçe müdürlükleri, belediyeler komple parti atamaları ile şekilleniyor. Dolayısıyla parti ve kurumlar birbiri ile ahbap çavuş ilişkisi içerisinde. Bu hem memurlar hem vatandaşlar arasında öyle kanıksanmış ki bir kuruma işi düşen o kuruma müracaat etmeden önce AKP’li yakınına “filanca kurumda işimiz var, orada bizden kim var” diye soruyor. Tanıdığı olmayan en dış halkadaki halk tabakası AKP teşkilatına üye olup padişahın vilâyet kethüdâsı il başkanına yalvar yakar işini gördürüyor. Devlet, kurum, kurum teamülü kalmıyor. Teamüller yerine, “Böyle de olsa olur” kafası yerleşiyor. Birbirinden cahil ve iş bilmez adamlar kriz anında “Şimdi ne yapacağız” diye birbirine bakıyor.
***
3 Temmuz’da Sakarya-Hendek’te havai fişek fabrikasında patlama meydana geliyor. Yedi işçi hayatını kaybediyor, 127 işçi yaralanıyor. 9 Temmuz’da fabrikada kalan havai fişeklerin tahliyesi sırasında, ikinci patlama meydana geliyor ve üç jandarma hayatını kaybediyor, on iki kişi yaralanıyor.
6 Ocak 2021’de Sakarya 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk dava görülmeye başlanıyor. Çok sayıda kişinin davaya müdahil olmak istemesi sebebiyle mahkeme salonunun yetersiz olduğu için dava 15 Mart’a erteleniyor. Dava sırasında daha önce aynı fabrikanın denetimlerden kaçtığı öne sürülüyor. Fabrika sahiplerinin patlamada kusurlu bulunduğu davada fabrika sahibi ve sanık Yaşar Coşkun, asıl mağdurun kendisi olduğunu iddia ediyor. Savcı, sanıklar hakkında 22 yıl 6 aya kadar hapis cezası istiyor. 28 Şubat’ta görülen karar davasında mahkeme heyeti, iş güvenliği uzmanı Aslı Bozkurt’a, sorumlu personel Ahmet Çağrıcı’ya, genel ustabaşı Erşan Öztürk’e, fabrika sorumlu müdürü Asiye Angın’a “bilinçli ve taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 6 yıl 8’er ay, genel ustabaşı Hasan Ali Velioğlu’na 12 yıl 6 ay, fabrika sahipleri Yaşar Coşkun ve Ali Rıza Ergenç Coşkun’a ise 16 yıl 3’er ay hapis cezası verilmesine karar veriyor. Tutuklu yargılanan Hasan Ali Velioğlu kararın ardından tutuklu kaldığı süre göz önünde bulundurularak tahliye ediliyor. Aslında bu tür davalarda verilen ceza, hayatını kaybeden kişi sayısı kadar katlanabiliyor ancak böyle bir takdir kullanılmamış.
Davaya müdahil olan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan:
“Bu olayın münferit bir iş kazası olmadığının bilincindeyiz. Bu olay, çok açık bir şekilde iş cinayetidir.”
—
1 Haziran’da COVID-19 yasakları kademeli olarak kaldırılıyor, normalleşme süreci başlıyor.
—
6 Temmuz’da Çanakkale, Gelibolu, Ilgardere mevkiinde 450 hektar ormanda yangın çıkıyor. Yangın sebebiyle üç köy tahliye ediliyor. Yangın sebebiyle Çanakkale Boğazı’nda ulaşım durduruluyor ve 118 arazöz, 20 helikopter, bir amfibik uçak, iki yönetim helikopteri, 12 dozer, 500’u aşkın personel müdahale ediyor.
—
10 Temmuz’da Danıştay 10. Dairesi, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını oybirliğiyle iptal ediyor. Kararın ardından Erdoğan, Ayasofya’nın idaresinin Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilerek cami olarak ibadete açılması kararını imzalıyor ve ülkedeki İslamcı seçmenin yıllardır hayalini süsleyen Ayasofya’yı ibadete açmış oluyor. Ayasofya’nın neden müze olarak kalması gerektiği, cemaat kapısını kemirmeye başlayınca bir kez daha ortaya çıkacak ama heyhat.
—
21 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Karadeniz’de yapılan sondaj faaliyetleri sonucunda 320 milyar metreküp doğalgaz keşfedildiğini açıklıyor. İktidarın giderek zorlayan ekonomik kriz sebebiyle erken seçime gitmek zorunda kalacağını düşünmeye başlayan kişiler, bu açıklamaları seçim yatırımı olarak görüyor.
—
Ayasofya Camii’nden sonra verdiği rahatsızlıktan memnun olan Erdoğan, Kariye Camii’nin de camii olarak ibadete açılması kararını imzalıyor ve karar Resmî Gazete’de yayımlanıyor.
***
Belediyedeki yeni yönetimi tıpkı cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine benzetiyorum. Zira daire başkanları belediye başkanından izinsiz adım atamasın diye hemen hepsi vekil olarak atanıyor. Haliyle daire başkanı şube müdürü, şube müdürü sıradan memur ağırlığında ve kimse makamının ağırlığını taşıyamıyor. Önceki daire başkanımız devlet ciddiyetine sahip, personeline iş öğreten, giyimiyle kuşamıyla bile koltuğunu dolduran bir adamken, yeni daire başkanı personelinden iş öğrenmeye kalkan, Taliban zihniyetinde bir yobaz. Bakınız dindar değil, yobaz. Neredeyse tüm daire başkanları personellerinden daha niteliksiz, daha cahil ve mutlaka yobazlar. Belediye başkanı kitap okuyan tek arkadaşını Kültür Daire Başkanı yapmış, şoförünü genel müdür. Bu yüzden personel idarecilerine saygı duymuyor. Herkes “Nereden geldi bunlar” havasında. Ülke yönetiminin genelinde gördüğümüz cehaleti burnumuzun dibinde de görmeye başlıyoruz. Başkanların personellerine söyledikleri iş bilmez veya yobazca laflar personel arasında gırgır malzemesi oluyor. Personel, daire başkanına, şube müdürüne o işi neden öyle yapmaması gerektiğini anlatıp, lafını geçiremeyince mecburen saçma sapan uygulamalara hizmet etmeye başlıyor. Artık hiçbir işte mantık aranmıyor. Usulüne uygun yapılmayan her şeyin cevabı eller havada baş sallayarak “bunlar işte” oluyor. Bir gün önce masa arkadaşın olan biri ertesi gün idarecin olabiliyor. Kimin torpili daha büyükse onun borusunun öttüğü bu düzende bir şekilde koltuk elde eden dahi koltuğunda diken üstünde oturuyor çünkü torpili ondan daha yüksek biri geldiği anda onu alaşağı edebilir. Ülkedeki başkanlık sisteminin mikro ölçeği bu şehirde uygulanıyor ve aynı çürümüşlük hızla kurumu çökertmeye başlıyor. Nasıl başarıyorlarsa, personel de halk da her Allah’ın günü yönetime sövecek yeni bir şeyle karşılaşıyor.
Belediyede işler iyice çekilmez hale gelirken, evde boğazıma kadar battığım AKP övgülerine daha da öfkeyle patlamaya başlıyorum. Sosyal hayatta sırf başım kapalı diye AKP’li zannedilmek daha da batmaya başlıyor. Önüme gelen herkese AKP’li olmadığımı hissettirmek zorunda kalıyorum ve başımda duran örtüden ve irademin zayıflığından utanıyorum. Geriye dönüp baktığımda 2011’den beri başımı açmak istiyorum. Başlarda, nasıl olsa alışığım, hem başımı açıp ne yapacağım deyip kendimi kandırıyordum. Kesin olarak başımı açmak istediğimde bu sefer aileme nasıl anlatacağımı bilemedim ve kısa bir süre sonra evlendim. Evliliğimde eşim ona dayanarak açmamı istemişti ama bu kendime ve mücadeleme büyük bir ihanetti, bunu başaracaksam ben başarmalıydım. Başımı açmayı erteledikçe eski eşimin beni ikiyüzlü, riyakâr diye suçlamalarını yutup o kutlu günü bekliyordum.
***
23 Ağustos’ta Giresun ve yedi ilçesinde sel ve heyelan felaketi meydana geliyor. Felaket sonrası Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, Giresun’un siluetinin değiştiğini söylerken, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu:
“Ben böyle bir afet görmedim. Deprem de gördüm fakat bu başka bir şey. Allah kimseyi böyle bir imtihanla sınamasın.”
15 kişinin hayatını kaybettiği felaketin ardından hükümet hızla yeniden yapılaşmaya yöneliyor. Doğayla girilen inatlaşmada doğa kanunlarının egemen olduğu bir türlü kabul edilmiyor ve taşkının yaşandığı bölgede selzedeler için 216 konut ve 72 işyeri inşa ediliyor.
2009 yılında İstanbul Ayamama Deresi’nin taşması sonucu 31 kişinin hayatını kaybettiği sel felaketinin ardından Erdoğan:
“Dere yatağında yapılanma yapmayacağız. Derenin intikamı ağır olur”.
—
11 Ekim’de Hatay’ın Belen ilçesinde başlayan orman yangınları diğer ilçelere de sıçrıyor. 400 hektar orman yanıyor. Hatay Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Daire Başkanı Mahir Çiçek:
“Yangının birçok farklı noktada çıktığını biliyoruz. Bu bize yangının normal olmadığını gösteriyor”.
Böyle şüpheli olaylar artık paranoyağa dönmüş halkın muhalif ve iktidar yanlısı iki seçmen grubunda da şüphe ve komplo teorileri ile izah edilmeye başlanıyor. Dahası, zaman zaman insanların bu eğilimlerini kaşıyacak görseller özellikle servis ediliyor. Türkiye, kimsenin birbirine güvenemediği tehlikeli bir eşiğe doğru ilerliyor.
—
17 Ekim’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Karadeniz’de bu sefer 85 milyar metreküp doğalgaz bulunduğunu açıklıyor. Muhalif seçmen de durur mu, yapıştırıyor cevabı “Her sıkıştığında gaz çıkarıyor”. Artık iyiden iyiye sinir krizi sonrası kahkaha atma seviyesine geçmiş muhalif seçmen, hükümetten gelen olumlu-olumsuz her haberle dalga geçiyor.
—
30 Ekim’de İzmir-Seferihisar açıklarında Ege Denizi’nde 6.9 büyüklüğünde deprem ve ardından tsunami meydana geliyor. İzmir’in birçok ilçesinde binalar hasar görüyor. Türkiye ve Yunanistan’da toplam 119 kişi hayatını kaybederken bu kişilerin 117’si Türkiye’den, toplamda bin 53 kişi yaralanırken, bu kişilerin bin 35’i Türkiye’den.
İzmir Belediye Başkanı Tunç Soyer:
“Depremden 30 gün sonra çadırda yaşayan hiçbir vatandaşımızı bırakmadık. Herkesin başını sokabileceği bir yer bulabilmiştik. Bunlar dayanışmayla mümkün. Bu coğrafyada beraber yaşıyoruz, bu coğrafyada imkânları ve imkânsızlıkları beraber paylaşıyoruz. Birbirimize kol kanat germek zorundayız. O nedenle dayanışmanın ve umudun korunması gerekiyor. Halk Konut ile umudu büyüten bir model üzerinde yol alıyoruz.”
Bir gün karşıma alıp ciddi ciddi her ne söylerse söylesin, onun hatırı için inanmadığım gibi görünmeyeceğimi söylüyorum. Annem yine ağlamaya başlıyor ve birden karşı koltuktan kalkıp ayağıma kapanıyor “Yalvarırım açma, benim için açma”. Bu manzara karşısında şok oluyorum. Dindar olmadığımı anladığı halde örtünmem konusundaki ısrarının sebebini biliyordum. Sırf ailesine, cemaatine, yıllarca akıl verdiği seküler insanlara rezil olmamak için örtülü görünmemi istiyor artık ama bu yaptığı şirk, insan bu kadar da ileri götürmez ki? Oturduğum yerden ayağa kalkıyorum ve onu da kaldırmaya çalışıyorum:
***
Şimdi yeniden aile evindeydim ve artık örtüm bana daha ağır geliyordu. Çünkü hem dine inanmıyordum hem örtüm sebebiyle dindar zannediliyordum. Hem AKP’den nefret ediyordum hem sadece başım kapalı diye AKP’li sanılıyordum. Eski eşim haklıydı belki, riyakârdım, ikiyüzlüydüm ama böyle olmam için beni zorlayan ailemdi, hayatım boyunca dindar olmamanın ne kadar kötü olduğunu, diğer insanların ömürlerini heba ettiklerini ve bedelini öbür dünyada ödeyeceklerini, ne kadar dünyaya düşkün, aşağılık insanlar olduklarını öğrenmiştim. Aileme başımı açacağım demek ben bu dinden değilim demekti, ben bu dinden değilim demek, hayatları boyunca kötüledikleri tarafa geçeceğim, cehennemlik olacağım demekti. Bile isteye sizden değil, sizi hor hakir görenlerin tarafına geçeceğim demekti. Belki de karşı tarafa geçer geçmez onları beğenmeyecek ve uzaklaşacaktım? Annem dinimi yaşamamamı geçici bir buhran olarak görüyor, sürekli benim için dua ediyor. Babam başıma ne gelirse “Allah’a isyan edersen olacağın bu kızım” diyor ama dünyadaki Müslüman ülkelerin ne günah işleyip de o hallere düştüğü çelişkisini hiç düşünmüyor. Böyle bir cümle kursam, “Biz dinimizi düzgün yaşamıyoruz ki” deyip daha fazla şeriat talep etmekten başka söyleyecek sözü yok. O yüzden çıkmaz sokağa girmiyor, onunla hiç tartışmıyorum. Başımı açmayı izah etmeyi denediğim her çabam, namaz kılmayan abimin öfke patlamaları, annemin gözyaşları ile sonuçlanıyor. Konuşarak çözemeyeceğim çok açık. Bir gün anneme açıkça dine ve tanrıya inanmadığımı, başımı açacağımı söylüyorum. Başta ikna etmeye kalkıyor ama din bilgim sayesinde söyleyecek fazla bir sözü yok, söylediğim çelişkili dini ifadeler canını yakacağından uzatmıyor, yüzleşmektense konuyu kapatıyor. Beni sonradan kapanan cemaatinden kadınlara şikâyet ediyor, sonradan Müslüman olan kadınların videolarını, hocalarının yıllarca onları zombiye çeviren ve hayran oldukları videolarını, artık ona da kayıtsız kalamayacağımı zannederek gönderiyor. Utanır mıyım, sanmam.
-Ne yapıyorsun, delirdin mi sen, kalk, bu yaptığın şirk!! Senin dinine göre şu an şirke giriyorsun!!
-Şirkse şirk, yalvarırım açma, benim için. (!?!)
-Sadece Allah için başımı örtmem gerekmiyor mu? Senin, ailenin, cemaatin için başımı örtmemi istiyorsun, onlar mı senin tanrın? Sen misin benim tanrım ki senin için örteyim? Siz benim tanrım değilsiniz ve sizin için başımı örtmeyeceğim. Daha fazla ikiyüzlülük, riyakârlık yok artık, olduğum gibi görüneceğim.
-Ayrı eve çıkacaktın, o zaman aç bari, o zamana kadar idare et beni, bak yalvarıyorum.
-Seni idare etmek mi? Beni ne duruma düşürdüğünün farkında mısın sen? Ayrı eve çıkıp başımı açtığım zaman insanlar hakkımda ne düşünür, farkında mısın?
Bu konuşmanın şiddetiyle sarsılıyorum ve bir süre daha başımı açmayı erteliyorum ama her gün her saat başımı açmak istiyorum, bunu nasıl yapacağımı düşünüyorum. Her seferinde konuyu kendime ve zayıflığıma lanet ederek kapatıyorum. Şimdi beni affedin ama içimden geçen cümleleri olduğu gibi yazacağım: Hayatı boyunca kandırılmış, kullanılmış, kendi aklını bir cemaate kiralamış bu cahil ve yobaz insanların üzerimde kurdukları otorite zoruma gidiyor. Sürekli kendime ve zayıflığıma lanet ediyorum. Hâlbuki tam da bu yüzden ulaşamıyorum onlara, onlara sözle ulaşmak mümkün değil. Ufacık bir kelimeyi onlara ulaştırmak için bağırmalı, sövmeli ya da kavga etmelisiniz. Onların iradeleri değil, itaatleri var, fikirleri değil, ayetleri var, bilgileri değil, imanları var, sözleri değil, sloganları var. Bense kalkmış onları ikna ederek bir sonuca varmaya çalışıyorum. Onlardan kaçmayacağım, hayır. Konuşarak ikna da edemem. Tartışılacak, izah edilecek bir şey yok. Onlar nasıl biteviye bana baskı kurduysa ben de bu baskıyı onlara dik durarak yıkacağım. İkna ederek, isteyerek değil, zorla. Ben bunu şimdi, bu evde, onların gözünün içine baka baka ve tamamen tartışmaya kapalı bir şekilde yapmak zorundayım.
***
5 Kasım’da COVID-19 pandemisi ile mücadele kapsamında yeni tedbirler ilan ediliyor. Tek seferde etkin bir mücadele yürüterek sorunu en başında bitirmek yerine kademeli önlemler ile süreç daha da uzatılıyor. Ekonomik krizin pençesini iyice hissetmeye başlayan vatandaş için sonu belirsiz bu süreç, kaygılı bir bekleyişe dönüşüyor. Ölmesek bile gün görebilecek miyiz?
—
9 Kasım’da Erdoğan’ın damadı Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, uygulamaya kalktığı ekonomi modelinin ağır faturası çıkmaya başladıkça yüzündeki tiklere hâkim olamıyor, TV ekranlarında modeli savunmaya çalışırken adeta muhabbet kuşu gibi “babacık babacık cık babacık” yaparak mazur görülmek istiyor. Öfke ve alay dalgasına direnemeyen damadın görevden af talebi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından kabul ediliyor ve Hazine ve Maliye Bakanlığı görevine Lütfi Elvan atanıyor.
—
İçişleri Bakanlığı dünyada eşine rastlanmayan tedbirlerle koronavirüsle mücadele etmeye çalışıyor. 18 Kasım‘da yayınlanan bir genelge ile hafta sonları 10.00 – 20.00 saatleri dışında sokağa çıkma kısıtlaması ve birçok yeni tedbir getiriliyor. Ancak bu öyle keyfi bir karar ki zaruri veya istisnai hallerde ne yapılacağıyla ilgili geniş bir liste yayınlanmak zorunda kalınıyor.
Covid tedbirlerinde bile bir çifte standart söz konusu. Covid sürecinde düğünlerde su dağıtılması dahi yasakken AKP’nin kapalı salonda klima çalıştırarak 500 kişilik toplantı yaptığını, ardından bu 500 kişiye yemekli, tatlılı yemek verildiğine şahit oldu bu gözler. Peki bakanların, vekillerin katıldığı bu organizasyonu kime şikâyet edeceğim?
Bir grup başkan vekilinin de katıldığı başka bir AKP organizasyonunda yiyecek ve içecek dağıtıldığını gören polis memuru geliyor ve belediye personeli olduğum için bana, “Hanımefendi, yiyecek içecek yasak, bilmiyor musunuz” diye çıkışıyor. Ben de bildiğimi ama organizasyon sahibinin AKP İl Başkanı olduğunu, onunla görüşmesi gerektiğini söylüyorum. Memur bey “kolay gelsin” deyip gidiyor. Hepimize kolay gelsin. Yaptıkları toplantılar öyle olağanüstü gündem maddelerinin görüşüldüğü toplantılar değil, AKP il teşkilatının standart toplantıları. Ancak bir AKP organizasyonu, taşımasız ve ikramsız düşünülemez, yoksa kim katlanır ağdalı hamaset edebiyatlarına? Şikayet etmek şöyle dursun, kuralları hatırlattığınız anda devlete ihanet bakışlarıyla aşağıdan yukarı süzülüp, amirlerinize şikayet edilen siz oluyorsunuz.
10 Aralık’ta Sağlık Bakanlığı, Türkiye’de vaka sayısının toplam 1 milyon 748 bin 567 olduğunu açıklıyor.
—
14 Aralık’ta Amerika Birleşik Devletleri Hazine Bakanlığı, Türkiye Savunma Sanayii Başkanlığı, Savunma Sanayii Başkanı ve Başkanlık yetkililerini yaptırım listesine eklediğini açıklıyor. ABD, Rusya’dan S-400 sistemlerinin alımı nedeniyle Türkiye’ye yaptırım uygulama kararı alıyor.
—
30 Aralık’ta başından beri pandemi sürecini ağırdan alan hükümet, vatandaşın aylar süren aşı talebine direnemiyor, 3 milyon doz Sinovac, Biotech COVID-19 aşısı Türkiye’ye ulaşıyor. Vatandaş, hükümete rağmen hastalıkla mücadele ediyor.
***
O aralar Twitter’da Sinan Dirlik ve Ayşe Çavdar’ın üç bölümlük bir Youtube programına denk geliyorum. Programları izledikten sonra Ayşe Çavdar’ın muhafazakâr aileler ve çocukları ile ilgili fikirlerine ve konuya hâkimiyetine hayran kalıyorum ve takibe alıyorum. Bir gün, benim de çok beğendiğim “Bir Başkadır” dizisi sonrası yazdığı bir yazıyı fotoğraf olarak paylaşıyor ve ben de fotoğrafı büyüttükçe çözünürlük bozulduğu için yazının linki var mı diye soruyorum. Hemen beni takibe alıyor ve DM’den “Mailinizi yazın, yazının kendisini atayım linki yok” diyor. Bu alçakgönüllülüğü karşısında saygım bir kat daha artıyor. Mail atıyor ve yazı hakkında yorumumu da soruyor. Yazıyı okuduktan sonra teşekkür ediyor, yorumumu yazıyor ve ailemle yaşadığım benzer süreçlerden bahsedip, bu konuda bir roman yazdığımı söylüyorum. Dindar bir kadının önce dini, sonra tasavvufu, sonra sekülerizmi irdelediği dönüşüm sürecimi “kara kadın” isimli bir karakterin öyküsüne dönüştürdüğümü söylüyorum. Part part yazdığım serüvene ergenlikten itibaren tarih atarak yazdığım gerçek rüyalarımın seyri ile bilinç düzeyimin dönüşümünü de eklediğimi söylüyorum. İnsanın iman etmekten bilmeye evirilişine beynin verdiği tepkiler bana çok ilginç gelmişti çünkü. Bu yazdıklarım Ayşe’yi heyecanlandırıyor ve izin verirsem romanımı okumak istediğini söylüyor. Çok çabaladığım, çok yorulduğum ama kimse tarafından anlaşılmadığım bir dönemde gökte aradığımı yerde buluyorum. O günden sonra ara ara görüntülü veya sesli konuşuyoruz, baş açma konusunda da bana farklı kişilerin deneyimlerini anlatıyor ve güç veriyor.
İşyerime yürüyerek gidip dönüyorum, çok yakın olduğu için değil, yalnız kalabildiğim, kendimle ve düşüncelerimle baş başa kalabildiğim tek an bu ve babası kızımı aldığında ailemden kaçtığım, yazdığım, düşündüğüm, tek kişilik seyahatlerim. Ne yapacağımı, şimdi hayatıma nasıl yön vereceğimi hep o anlarda kararlaştırıyorum.
Bir gün, işyerimden eve dönerken sokak lambasına tünemiş bir kargayla göz göze geliyorum. Karga, ben ona baktığım müddetçe başıyla beni takip ediyor. Ben onu geçtikten sonra uçup önümdeki lambaya geliyor ve dik dik bana bakıyor, ben de ona. Uzun bir süre bu böyle devam ediyor ve artık korkmaya başlıyorum. Tam sahil yolundan evime sapmak için iç kısma geçiyorum, karga benim olduğum tarafa doğru uçuyor ve eşarbıma pençelerini geçirerek eşarbımı çekiştirip ilerideki lambaya uçuyor. Kalbim hızla atmaya başlıyor. Sinirlerim bozuluyor ve ağlamaya başlıyorum, bozulan eşarbımı düzeltiyorum. Eşarbınızın çekiştirilmesi, tıpkı başı açık birinin saçının çekilmesi gibi aşağılayıcı bir davranış, utanç verici bir şey, hızlıca karganın önünden yürüyüp gidiyorum. Bir süre sonra hala takip ediyor mu diye dönüp bakıyorum ve hızlı adımlarla eve gidiyorum.
Bir hafta boyunca bu olayı düşündüm. Tasavvuftan sonra hayattaki her şeyi imgeler olarak görüp, yorumluyordum. Rüya analizlerimden biliyordum ki yorumlamak için bir imgenin genel anlamı dikkate alınır ama eğer sizin için özel bir anlamı varsa yorumda öncelik özel anlamındır. Ben de düşünüyorum karga nedir, karga unutmaz, kindardır, zekidir, bazı inanışlara göre kara haberdir. Acaba başımı açarak kötü bir şey mi yapıyorum, başıma kötü bir şey mi gelecek? Sonra karganın benim için anlamını düşündüm. Bir defasında yolda bir karga görmüştüm, küçücük bir ceviz kabuğunu yerden alıyor, havalanıp tekrar yere atıyor. O koca gagasıyla kabuğun içindeki azıcık cevize ulaşmaya çalışıyor, ulaşamayınca tekrar uçuyor, tekrar yere atıyor. Ta ki o küçücük ceviz parçasına ulaşıncaya dek bu harekete devam ediyor ve sonunda bütün cevizi yiyor. O anı hayretle izlemiş ve karganın inadından büyülenmiştim. Karga benim için inattı. Öyleyse mesaj netti, karga bana cesur olmamı ve vazgeçmememi söylüyordu.
Ailemle defalarca konuşmaya çalışmıştım, mevzu netti. Ortada tartışılacak bir şey yoktu, ne onlar beni ikna edebilir ne ben onları. Öyleyse birden bire yapmalıydım bu işi. Bir akşam karar verdim ve ertesi sabah evden çıkarken başım açık çıktım. Mutluluktan ağlarım sanıyordum ama ağlamadım, sanki yıllardır başım açıkmış gibi rahatım. WhatsApp’tan Ayşe’ye fotoğraf attım. İş yerimdeki insanların kimisi “Bir gün bunu yapacağını biliyordum” diyor, kimisi şaşırıyordu. Yeni daire başkanım yanına çağırıp sırf meraktan, neden böyle bir şey yaptığımı sorup kendince yorum yapmaya kalkıyor ama saygı duyuyor. Kendi küçük kızına da laf geçiremiyor çünkü. Benim ailemde de yeni nesilden kuzenlerimin çocuklarının neredeyse tamamının başı açık. Ama benim neslimde başı açık olan yok. Hiç ibadet etmeseler dahi, makyaj yapsalar dahi, tatillerde başlarını açsalar dahi, kendi çevrelerinde mutlaka kapalılar. Koca ailede önceki nesillerde ve benim neslimde ilk ve tekim.
Eve geliyorum, marketten alışveriş yapmışım. Annem cemaatinin akşam dersini yapıyor yani tespih çekiyor, beni görünce hafif kaşlarını çatıyor ama sanki hiç öyle bir olay yokmuş gibi davranıyor. Yanıma gelip poşetleri alıyor, aldığım şeylerin fiyatlarını soruyor Tarım Kredi ile kıyaslamak için. Baka kalıyorum arkasından ve odama geçiyorum. Ertesi gün yine safa yatıyor, üçüncü gün en sonunda “Sen başını mı açtın?” diyor. “Evet”, diyorum ve yine yalvarmaya başlayacakken sert bir dille bir daha asla onlar için başımı kapatmayacağımı, beni böyle kabul ederlerse etmelerini, etmezlerse gideceğimi söylüyorum, küçücük çocukla nereye gideceksem. Annem konuyu babama söylüyor. Babam, ya başımı geri kapatmamı ya da evi terk etmemi söylüyor. Annem de biz netiz diyor, vazgeçmemi söylüyor. Öyle mi, deyip “Sizin için başım örtülüyken evlatsam, alın bunlar sizin evladınız olsun, ben gidiyorum” diyorum ipek şallarımı uzatarak ve ev aramaya başlıyorum. Eski eşime durumu haber veriyorum, o da sağ olsun istersen benim yanıma gel, bir süre burada kalın, sana İstanbul’da yeni bir iş buluruz, düzenini kurana kadar benimle kalırsınız diyor. Teşekkür ediyorum ama son çare olarak İstanbul’a döneceğimi söylüyorum.
Ertesi akşam annem ne yaptığımı, ayrı eve çıkarsam çocuğu ne yapacağımı, nasıl geçineceğimi sorunca, “Neden umurunda ki?” diyorum. Ev bulduğumu ama işyerime uzak olduğunu söylüyorum ve bana birkaç gün süre vermelerini istiyorum. En kötü ihtimalle “Belki de İstanbul’a dönerim” diyorum. Torununa yeniden rakip takımın bakabileceğini öğrenen annem deliye dönüyor, “olamaz” diyor. Bu sefer maçı kaybedeceği için ağlamaya başlıyor, “Ben babanla konuşurum” diyor, beş dakika içinde konuşup geliyor. “Tamam, başını aç ama baban seninle konuşmayacakmış, sakın onunla konuşmaya kalkma, bu evde kalacaksın, hiçbir yere gitmeyeceksin, bu çocuğu kimseye emanet edemem, bak sırf onun için” diyerek sıkıyönetim mahkemesinin yeni kurallarını bildiriyor. Sarılıyoruz, o yine ağlıyor. Allah Allah, işte bunu hiç beklemiyorum ama bir yandan da anlıyorum. Ben onlar için kayıp halkayım ama kızım daha fidan ve belki onu işleyerek kendilerine benzetebilirler. Bu meselenin onlar için dinden çok kişisel iktidar alanlarından ibaret olduğunu biliyordum ama böyle açıkça görmek dehşete düşürmüştü beni.
Ne yapayım, diyorum kendi kendime, yıllarca ben onlara katlandım, biraz da onlar bana katlansınlar. Üzülecekler ama bir şekilde alışacaklar. Birkaç dakika sonra odamdan çıkıp mutfağa giderken annemi görüyorum. Her gece olduğu gibi televizyonda AHaber seyredip, çay içip, kabak çekirdeği yiyor. Bakakalıyorum anneme ve birdenbire katıla katıla gülmeye başlıyorum sessizce. İşte o zaman gözümden yaş geldi. Bu kadar mıymış? Bu kadar kolay mıymış yani, yıllarca gözümü korkuttukları o şeyi yapmak?
Komşumuz Meloş görüyor beni. Annemin apartmanda en sevdiği, güvendiği, yıllardır görüştüğü başı açık CHP’li komşumuz. “Sen başını mı açtın, annen ne dedi, baban ne dedi, çok büyük bir şey yaptın, başkası olsa ebedi yapamazdı” diyor. O söyleyince bir kere daha anlıyorum büyük bir şey başardığımı.
Emekli vekil eniştem arıyor, “Birisi beynini mi yıkadı?” diye soruyor. “Daha neler enişte, çocuk muyum ben? Hem birisi beynimi yıkayacak olsa bu Mahmut Esad Coşan olurdu, çocukluğumdan beri günde üç defa onu dinlettiler bana” diyorum. Enişte haklılığıma hayret edip, “Hakkında hayırlısı” deyip kapatıyor.
Dayım, ertesi sabah “Yürüyüşte buluşalım” diyor, nefes nefese yürürken önce sebepleri sorguluyor, ardından beni tembihliyor. “Sen başını açtın, amenna, saygı duyuyorum ama diğerlerine fikirlerini yaymaya kalkmayacaksın, anlaştık mı?” Böyle söylüyor çünkü bir kızı hariç diğer kızları namaz kılmıyor ve en küçüğü başını hiç örtmedi.
Kuzenlerimin bazısı arıyor, kendileri kapalı olduğu halde tebrik ediyorlar nedense. Teyzelerim beni görünce ekstra şefkatli bir bakış yerleşiyor yüzlerine, hem kızıyor hem gücendirmek istemiyorlar. Annemden sonra içlerinde en tutucu olanı “Bir şey yapacağım ama kızma” deyip bir tutamından saçımı çekiyor. Neymiş, duyduğunda ahdetmiş. Yeni nesilde bir tek onun torunları başını açamadı.
Babam hala benimle konuşmuyor. Çocukluğum ve gençliğim boyunca ben babamdan kaçıp kendimi odama kapatırdım, başımı açtıktan sonra babam kendisini odasına kilitledi. İktidar mıydı mesele, iktidar artık bende…
AKP’li yıllara içeriden bakış (19): 1. Kılıçdaroğlu Meydan Muharebesi
AKP’li yıllara içeriden bakış (18): Çöküş dönemi
AKP’li yıllara içeriden bakış (17): Metal yorgunluğu
AKP’li yıllara içeriden bakış (16): Beterin beteri
AKP’li yıllara içeriden bakış (15): Kanlı kampanya
AKP’li yıllara içeriden bakış (14): Better Call Erdoğan
AKP’li yıllara içeriden bakış (13): Gezi
AKP’li yıllara içeriden bakış (12): Kurda merhamet etmek kuzuya zulümdür
AKP’li yıllara içeriden bakış (11): Hayaldi, gerçek oldu
AKP’li yıllara içeriden bakış (10) – Metastaz
AKP’li yıllara içeriden bakış (9) – İlk kurban
AKP’li yıllara içeriden bakış (8) – Bitmeyen kavga
AKP’li yıllara içeriden bakış (7): Bizim derdimiz başka
AKP’li yıllara içeriden bakış (6): İnşaat ya Resulallah
AKP’li yıllara içeriden bakış (5): Cumhuriyet yaptı, AKP sattı
AKP’li yıllara içeriden bakış (4): Dünyada mekan, ahirette iman
AKP’li yıllara içeriden bakış (3): Herkesin başbakanı
AKP’li yıllara içeriden bakış (2): “Ayrı bir parti değil, yeni bir parti”