Emre Erdoğan yazdı: Seçimler ciddiyet ister…

Nihayet aylardır beklediğimiz seçim geldi, parlamento seçimlerini tamamladık, Cumhurbaşkanlığı seçimleri içinse 28 Mayıs’ı, yani ikinci turu bekliyoruz. Huzur bulduk mu, hayır… İkinci turdan sonra bulacak mıyız, hayır. Çünkü seçim insana huzur veren ya da bahar getiren bir şey değil. Vatandaşların iradelerini ülke yönetimine yansıtma mekanizması olarak tarif ettiğimiz seçim, bir ya da daha fazla aday arasında bir at yarışı, magazinel bir itiş kakış olarak sunulduğunda ana işlevini yitirmeye mahkûm. Ana akım olsun ya da olmasın, seçimlerin içeriğinin boşaltılıp o ya da bu arasında seçme işlevine, yani bir tür referanduma dönüşmesi izleyiciyi cezbeden, ekran karşısına kitleyen, “klik” ve “tık manyağı” haline getiren bir hali var. Yaşı tutanlar hatırlar, seçimimizin bu hali Rocky Balboa ve Apollo Creed -isterseniz Ivan Drago deyin- arasında on beş rauntluk boks maçından tek farkı ringin boksörlerin yancıları dahil yüzlerce kişiyle işgal edilmiş olması, onlar da fırsat buldukça birbirine sallıyor yumruğu zaten.

Sosyal bilimcilerin sıkıştıkları zaman sığındıkları güzel bir bahane var, “henüz değerlendirmek için çok erken…” Rivayet bu ya, bir öğrencisi Fernand Braudel’e “hocam ben ondokuzuncu yüzyıl çalışacağım” dediğinde, tarihçilerin kutbu şöyle demiş: “henüz değerlendirmek için çok erken, gazetecilik sayılır”. Ama, gerçekten 14 Mayıs 2023 seçimlerini değerlendirmek için çok erken, üzerine biraz zaman geçsin, bir sakinleşelim, ferahlayalım o zaman rahat rahat ne olmuş ne bitmiş bakarız… Bunu diyemiyoruz, seçimi at yarışına ve Hacivat-Karagöz temaşasına dönüştüren zamanın ruhu buna izin vermiyor, söz konusu sosyal medyaysa slogan şu: “bugün çok geç…”. Hak verilebilir bir açıdan, hepimizi içerik üreticisi ve tüketicisi haline dönüştüren Zeitgeist, sadece bizi adrenalin  bağımlısı haline dönüştürmekle kalmadı, aynı zamanda her dakikayı bir aciliyet sorunu haline getirdi; bir şey o anda olmazsa, olmamış sayılıyor; selam olsun sana ey Kundera!

Oysa baharın bir türlü gelemediği, güneşin gri bulutların arasından sıyrılamadığı, bahar yağmurlarının sağanaktan öteye geçemediği ve koltukların havada uçuştuğu bu depresif günlerde, yaşamı siyasete kilitleyip bir de ekstrasından varoluşsal kaygı eklemenin kimseye faydası yok. “Klavye delikanlılığını” bırakıp sokakta vatandaşı iknaya girişen, seçim günü çoluğunu çocuğunu bırakıp sandık başında bekleyen, hatta saat beşte beş yüz metre yürüyüp sandığının seçim sonucunu öğrenmeye giden her vatandaşın emeği kıymetli, onları çabalarından alıkoymak istemem. Ama eninde sonunda bir toplama ve çıkarma işlemi olan seçim sonuçlarını sakız gibi esnetip iki hafta boyunca anlamdan anlama koşturmanın, bu arada da aile fertleriyle, Facebook’taki dayının arkadaşıyla ve Twitter aleminin ünlüleriyle “papaz olmanın” sinir germekten, şu kısa ömrü daha da kısaltmaktan başka bir sonucu olmuyor. Farkındasınız değil mi, siyasetçiler uzun yaşıyor, seçmenler genç ölüyor.

Farklı bir gündemimiz olabilir miydi, hele de böylesine bıçak sırtı bir seçimden sonra? Hayır. Çünkü içinde bulunduğumuz ruh hali bir başlangıç değil, bir sonuç. Çok uzun zamandır siyasetin içinin boşaldığı, parti tutmanın futbol takımı tutmaktan daha da fazla kimlikleştiği, tartışmaların diyalogdan çok kabileler arası atışmalara indirgendiği bir kutuplaşma ortamında yaşıyoruz, bize kadermiş gibi çizilen bu yolun dışına çıkmıyoruz, çıkmamız da istenmiyor zaten. Uzaktan baksanız dünyanın en kapsayıcı, en barışçıl seçim kampanyası bile bir gecede “dan!” diye kimlik kartının masaya vurulduğu, “biz ve onlar” ayrımının en sakil olanlarının havaya uçuştuğu bir hal alabiliyor. Bizim demokrasiye, diyaloğa, eşitliğe, haklar ve özgürlüklere inancımızsa berhava oluyor, el-mecbur sevdiceğin kusurunu görmezden gelmeye ve “Sessizlik Paktına” katılmaya davet ediliyoruz. Kendimize hak gördüğümüzü, diğerinden esirgememizle başlayan ötekileştirme sadece Siyah Gömleklilerin hobisi değil, her sıradan insanın bir kusuru, seçim kaybeden siyasetçiler de bu kusurdan istifade etmeye bayılıyorlar, çünkü ayı gösteren parmağa bakmamızı engelliyor bu tür şiddetli çıkışlar.

29 Mayıs sabahı uyandığımızda bir şeyler değişecek mi? Süreçten çok sonuca odaklanmayı vazeden Makyavelist yaklaşım egemenliğini sürdürdükçe bir değişim beklemek çok zor. Oysa bir heykelde cazip olan bir mermer yığınından onu üretebilme süreci, mermerin nasıl bir biçim aldığı değil. Üstat heykeltraşın elinde çekiç ve keskisiyle taşa biçim vermesi yılların getirdiği bir deneyimin, çokça hata ve yanılgının bir sonucu… Acemi bir heykeltraş bütün beceriksizliğiyle malzemeyi berbat edebilir, ancak usta geçinen birisinin taşı yontarken yapacağı tek bir hata, o heykelle beraber sonsuzluğa kadar bir pürüz olarak kalabilir. Siyaset de böyle, yarım yamalak bir seçim zaferi kazanılsa bile bu süreçte kırılan dökülen her şey, insan hafızasında bir utanç lekesi olarak varlığını sürdürmeye devam edebilir.

Siyasetimiz bu hale geldiyse, tek sorumlusu çıkar düşkünü siyasetçiler değil elbette. Bu fast-food rekabetten geçimini sağlayan onlarca kişi var. Mesleğin profesyonellerini kenara bırakıyorum, “Nasipse Adayız” filmindeki asansör dolusu insanlar onlar; geçimleri liderin etrafında onun kadar hızlı yürüyebilmeleri ve aralarına başka birisini almamalarına bağlı. Bu sektörden ekmeğini yiyen tabelacıdan anketçisine kadar yüzlerce kişi var, Hazine bu sene partilere 5 milyar TL seçim yardımı aktardı, kampanya için milletvekillerinin cebinden bir daire parası çıkması gerektiğini söyleyenler var. 2018’de Muharrem İnce 25 milyon TL, yani 5 milyon dolar bağış toplamıştı; o zaman bu sene de Kılıçdaroğlu’nun en az 100 milyon TL toplamış olduğunu düşünebiliriz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ınsa bu rakamı üçe katlamış olması mümkün. Demek ki bu seçim kampanyasında bir 10 milyar TL kadar bir para piyasaya dökülmüş durumda, değme Keynezyen politikadan daha temiz bir “stimulus”. Bu temaşadan nemalanma sadece nakit ile sınırlı kalmıyor, televizyon programları sunucuları ve katılımcıları ve sosyal medya fenomenleri var, bunlar da heyecandan nasiplerini alıp Warhol’un vadettiği beş dakikalık ün haklarını kullanıyorlar.

Ancak seçim sonuçları bir temaşanın ötesinde bir anlam da taşıyor. Ülkemiz, o ya da bu siyasetçinin kararlarının pek bir etkisinin bulunmadığı aşırı kurumlaşmış demokrasilerden değil, eskiden “Emret Başbakanım” dizisinde karikatürize edilen bu devlet aklı, İngiltere’de bile yok artık. Ülkeyi kimin yönettiği sıradan insanların yaşamlarını sınırsızca etkileyen bir şey olabiliyor; halkın teveccühü bir lidere yöneldiği için eşyalarınızı toplamak zorunda kalabiliyor, tek bir bavul ile yollara dökülebiliyorsunuz. Sevdiklerinize kavuşmanızı bir başka bahara erteleyebiliyor, çocuğunuzun büyümesini on beş günde bir izlemeye mahkûm olabiliyorsunuz. Gündelik yaşamınızda hissedebilirsiniz seçim sonuçlarını, iş bulma umudunuzu iyice kaybedebilir, sizin yapamadıklarınızı yapanları sosyal medyadan izleyip gıpta edebilirsiniz. Hayallerinizi kaybedebilir, umut etmekten bile vaz geçebilirsiniz; bütün bunların da bir tercih sonucunda olduğunu bilirsiniz, oy pusulasına basılan bir tercih… Bu tercih bütün yaşamımızı saran siyah bir tül gibi bizi karanlığa hapsedebilir.

O zaman, bu kadar hayati sonuçları olan seçimlerin bu kadar hafifleşmesi, magazinleşmesi ve sakilleşmesi çelişkili değil mi? Milyonlarca insanın geleceğini belirleyecek seçim sürecinin daha da bir kemâl-i ciddiyet ile gerçekleşmesi gerekmez mi? Ciddiyeti “lacileri çekmek” ve asık suratlılık olarak algılayan bir coğrafyada, sorsanız “siyaset ciddi bir iştir, latife kaldırmaz” yanıtını alırsınız. Oysa, ciddiyet, kendinizden çok işinize ve etrafınızdakilere gösterdiğiniz saygıyla görülebilen bir şey. Böyle baktığımız zaman ülkemizde siyasetin bir Zübükname’den öteye geçmediğini görebiliyorsunuz değil mi? Ha, içinizi rahatlatacaksa “gelişmiş” dünyada da resim çok farklı değil, siyaset zanaatı kıymeti kendinden menkul bir sınıfın ellerinde oyuncak olmuş durumda, vatandaş kimsenin umurunda değil.

Kendisini vazgeçilmez gören siyasetçi sınıfının ve yancılarının söylemeyi sevdikleri bir şey, her seçimin son seçim olduğu iddiası… Bir anlamda doğru, yaptığımız her seçim ile tarihteki yol sapaklarından birine sapmış oluyoruz, üstelik U dönüşü yapmak da mümkün değil. Öte yandan, insan “keşke her seçim en azından kaybeden siyasetçi için gerçekten son seçim olsaydı; kaybeden siyasetçi sonsuza kadar siyasetten ve hafızamızdan silinseydi ve siyasete zorunlu emeklilik gelseydi” diyor içinden. Eğer seçimler, bizim kadar siyasetçi için de varoluşsal bir şeye dönüşseydi; acaba bizi ve seçimleri biraz olsun daha fazla ciddiye alırlar mıydı?

e-mail: emreerdo@gmail.com

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.