Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Serhat Güvenç yazdı: Nükleer “seçenek”

Çocukluk yıllarıma ait en güzel anılarım Burhaniye’den. İnsanları da iklimi gibi yumuşak ve sakindi. 1970’lerin ilk yarısında nüfusu 12 bin civarındaydı. Babamın bir önceki tayin yeri Erciş ile kıyaslandığında yaşam daha kolay ve keyifliydi. Bir belediye otobüsüyle dört kilometre ötedeki Ören’de denize kavuşulurdu.

Rahmetli babam subaydı. “Kıt’a subayıyım ben” derdi. Nasıl olduysa bu kez muharip bir birliğe değil, bir eğitim birliğine tayin olmuştu. Burhaniye’de Piyade Çavuş Talimgahı’nda görev yapıyordu. Nöbeti hafta sonuna denk geldiğinde ya da okul tatillerinde, zamanımın bir bölümünü bu talimgahta geçirirdim. Bir çocuk için bulunmaz bir oyun alanı. Göz alabildiğine açık arazi. Atlayıp zıplamak için bir sürü yer var. Burhaniye’deki birlikte, girişin hemen ilerisinde ekmek fırını vardı. Oraya bayılırdım. Sıcak asker tayını almadan geçmezdim önünden. Bazen fırıncı askerler izin verirdi, hazır hamurdan kendi küçük ekmeklerimi yapardım.

Fırının hemen önünde bir kum kasası vardı. Üzerine arazi kabartıları işlenmişti. Marangoz elinden çıktığı belli, ahşap askeri araç modelleri bulunurdu üzerinde. Oraya da bayılırdım. Askerlere savaş alanı nasıl olur diye göstermek için kullanılan kum kasası, benim ve benim gibi babasının yanında kışlaya gelmiş arkadaşlarımın oyun parkı olurdu. Yalnız o yaşlarda akıl edemediğim bir şey dikiliydi kum sandığının hemen yanı başında. Mantar bulutu şeklinde hazırlanmış sactan bir sütun. Amatörce boyanarak üzerinde bulut kıvrımlarımı canlandırılmaya çalışılmış. En tepede büyük harflerle “ATOM BOMBASI DÜNYANIN SONU DEĞİLDİR” yazıyordu.

Atom bombasını biliyorum elbette. Hiroşima ve Nagazaki’de ne olduğuna dair bir fikrim var. Misafirliğe gittiğimiz evlerde kütüphanelerinde ansiklopedi varsa, çöküp okuyorum. Uzay, Ay yolculuğu, savaş, atom bombası en çok ilgimi çeken konular o yaşta. Ama atom bombası ile dünyanın sonu arasındaki ilişkiyi kuramıyorum bir türlü. Yıllar sonra uluslararası ilişkiler okumaya başlayınca ikisi arasındaki bağlantıyı nihayet anladım. Sanırım 1984 yılında M5 isimli dergide olası bir nükleer savaşın sonuçlarına dair Amerikalı ve Sovyet bilim insanlarının ortak raporu ek olarak verilmişti. “Nükleer kış” olasılığından ilk kez o zaman haberdar oldum.

Bir askeri birlikte niye askerleri atom bombasının dünyanın sonu olmadığına ikna etmeye çalışırlar, onu da nükleer strateji okumaları yaparken öğrendim. Soğuk Savaş’ta ABD ve Sovyetler Birliği, uzunca süre nükleer silahların kullanıldığı bir savaşın da diğerleri gibi kazanabileceğini varsayıyordu. Tek yapılması gereken birlikleri nükleer silahların etkilerinden korumak için teşkilatlandırmak ve donatmaktı. Taktik nükleer silahlar toplu hedeflere karşı etkili olduğu için dağılmak ve nükleer silahların ilk etkisinin ardında toparlanıp harekatı sürdürmek bir çıkış yolu gibi görünmüştü. Merak edenler atom bombası denemeleri sonrası “yer sıfır”a (ground zero) koşturulan askerlerin görüntülerini içeren videoları YouTube’da bulabilir. Bu tatbikatlar nükleer bir muharebe alanında sağ çıkılıp, taarruza bile geçilebileceği önermesinin sınanmasını sağladı. Daha sonra patlamadan daha önemli, kalıcı radyoaktif etkilerin olduğu anlaşılınca bu tür saçma denemelerden vazgeçildi.

1962 Küba Füze Krizi, insanlığın nükleer bir savaşın en yakınına geldiği olaydır. Bu olaydan sonra tahrip gücü en düşük nükleer silahın kullanılması durumunda bile çatışmanın hızla topyekûn bir nükleer savaşa tırmanma eğiliminde olacağını ilk teslim eden Amerikalılar oldu. Nükleer bir savaşın konvansiyonel bir çatışma gibi yürütülüp kazanılacağı düşüncesinden vazgeçtiler. Nükleer stratejileri kullanmaya değil, caydırıcılığa odaklandı.

Sovyet doktrini ise 1980’lerin ortalarına dek teknolojik gelişmelerin savaşın doğasını değiştirmeyeceğini, nükleer silahların kullanıldığı bir savaşın da kazanılabileceğini düşünmeye devam etti. Gorbaçev, Sovyet güvenlik kurumlarına sivil uzmanların girişine imkan sağlayıncaya dek, Sovyet nükleer savaş doktrini değişmedi. Kısa süre sonra Soğuk Savaş bitti ve Sovyetler Birliği dağıldı. Bir “süper güç”ün nükleer mirasının tümü Rusya Federasyonu’na devredildi. Zaten Rusya’yı da ekonomik olarak kendisi ile aynı sıkletteki ülkelerden ayıran bu nükleer miras oldu. Diğer güç unsurlarında hızla geride kalmaya başladı.

Soğuk Savaş sonrası, Rusya’nın bir nükleer silah cephaneliğin üzerinde oturduğu, ilk kez, daha 1990’ların başında Azeri-Ermeni Savaşı sırasında hatırlatıldı. Türkiye’nin Azerbaycan yanında savaşa dahil olma hevesleri, dönemin Rus Büyükelçisi Çernişev tarafından nükleer silahlar hatırlatmasıyla törpülendi. Ama Rusya’nın gücünün yetmediği yerlerde, nükleer silahlarının caydırıcılığına eskisinden daha çok bel bağladığı da ortaya çıkmış oldu.

Galiba 2001 yılındaydı, o dönemin gözde düşünce kuruluşu ASAM’da Karadeniz konulu bir toplantıya katılmıştım. Tüm ülkelerden katılımcılar vardı. Beni en çok bir Rus katılımcı etkilemişti. Akıcı bir Amerikan aksanıyla İngilizce konuşuyordu. Kıvrak ve analitik bir zekaya sahip olduğu belliydi. Tüm eğitimini Sovyetler Birliği’nde aldığını söyleyince şaşırmıştım. Söyledikleri arasında iki şeyi belleğime not ettim.

İlki Kosova Savaşı sırasında yaşananlarla ilgiliydi. 1999’da NATO’nun Sırbistan’a yönelik harekatında Belgrad’daki Çin Büyükelçiliği de vurulmuştu. Daha sonra yanlışlık olduğu söylendi. Özür dilendi mi bilmiyorum. Ama bu Rus katılımcı için akla havsalaya sığmayacak bir meydan okumaydı. “Biz o zaman iyi ki nükleer silahlarımız var diye düşündük” dedi. Aynı şeyin başlarına gelme ihtimali karşısında, Ruslar’ın aklına hemen nükleer silahlar düşmüştü. Başka açılardan çaresiz olabilirlerdi ama iş prestijlerini korumaya gelince hala nükleer caydırıcılığa güvenebilirlerdi.

İkincisi ise toplantıdaki diğer katılımcıların Rusya’ya yönelik acımasız eleştirileriydi. Toplantı bittiğinde sorulara ve eleştirilere yanıt vermekten bitap düşmüş bitmiş bir haldeydi. Tebrik etmek ve kendimi tanıştırmak için yanına gittiğimde dertlendi: “Bu eski Doğu Bloku ülkeleri de memleketlerinde ters giden her şey için hala bizi suçluyor.” Çok tanıdık geldi. Yakın zamanda bir arkadaşımın davetlisi olarak Ürdün’e gitmiştim. Babası ilk tanışmamızda, bizim o ülkede çok berbat bir geçmişimiz olduğunu yüzüme pat diye söyleyivermişti. O yüzden Rus muhatabıma “Kulübe hoş geldiniz. 60-70 yıl gider bu muhabbet” deyiverdim.

Putin iktidarının ilk yıllarında yaşandı bu karşılaşma. Ruslar, nükleer silahları olduğuna şükredebilirdi ama caydırıcılık için bel bağladıkları stratejik nükleer silahlar konusunda büyük bir travma yaşamışlardı. 12 Ağustos 2000 tarihinde Kursk denizaltısı faciası yaşandı. Bu nükleer denizaltı, tüm mürettebatıyla sulara gömüldü. Ruslar’ın elindeki imkanlar kurtarma faaliyeti yapmalarına yetmiyordu. Putin bu krizin yönetiminde başarısız olduğu için bir hayli eleştiri aldı. Ama bu travmatik olaydan kendine göre dersler çıkardığına şüphe yok. Rusya 2007’den itibaren Soğuk Savaş uygulamalarına geri döndüğünün ilk işaretlerini verdi. 2010’da artık sadece stratejik nükleer silahların caydırıcılığına bel bağlamayıp gerekirse savaşlarda taktik nükleer silah kullanmayı da öngören bir doktrin benimsedi.

Kursk denizaltısı

2001’de ASAM’da tanıştığım parlak Rus uluslararası ilişkiler uzmanı ile yollarımız 2015’te bu kez Roma’da bir toplantıda kesişti. İkimiz de konuşmacıydık. NATO ve Rusya üzerine konuşmalar yapılıyordu. Ben de iki-üç dakikalık bir Türkiye analizi paylaştım. Rus uzman bu kez ülkesini savunmak yerine, Putin’e bir hayli ağır eleştiriler yöneltiyordu. Rejimin otoriterleştiğini ve bunun Rusya’nın hayrına olmadığını söyledi. Belleğime kazınan bir şey daha duydum: “Putin, kendi siyasi geleceğini garantiye almak için ülkesinin istikrarını feda ediyor. İktidarı pekiştikçe, ülkesini istikrarsızlaşıyor.” Üzgündü. Ülkesinin ulusal çıkarlarını büyük bir maharetle savunan bu Rus, Putin’in kendi çıkarını ülkesinin çıkarlarının üstünde görmesinden muzdaripti. Bugünler de nasıl hissediyor bilmiyorum. Ama öngörülerinde yanılmadı.

Rusya büyük bir nükleer bir güç olmasa, Putin’in yaratacağı istikrasızlık kendi ülkesiyle sınırlı kalabilirdi. 2021 yılından beri dikkatle izlediğimiz Rus askeri hareketliliği Ukrayna’yı işgal savaşına dönüştü. Hatta Çehov’un duvara asılı tüfek metaforu bile anıldı. Beklendiği gibi tüfek duvardan indirildi ve tetiğe basıldı. Tam bir hafta önce Işın Eliçin ve Soli Özel ile Medyascope TV’de bu işgalin olası sonuçlarını tartıştık. Program bitti. Birkaç dakika sonra Putin’in Rus Nükleer Caydırıcı Kuvvetleri’nin alarm durumunu bir kademe yükselttiği haberi düştü. Sarsıldım.

Çehov’dan yürümeye devam edersek, Putin “Tırmanma Merdivenini (Escalation Ladder)” getirdi, “tüfeğin” asılı olduğu duvara dayayıverdi. Başta bunu NATO’nun Ukrayna’ya müdahil olmasını önleme amaçlı diye düşündüm. Ancak işgalin 10. gününden yansıyan tablo Rus savaş mekanizmasının başta beklendiği kadar güçlü olmadığını düşündürüyor. Rusya hiç hesapta yokken rakiplerine gücünü değil güçsüzlüğünü göstermiş oldu. Bunu örtmek için nükleer seçeneği her fırsatta anımsatacağı anlaşılıyor. Dünyayı çok zor günler bekliyor. Umarım Talimgahtaki o sloganın gerçekliğinin sınandığı bir vakaya dönüşmez Rusya’nın Ukrayna’yı işgali. Eski Doğu Bloku ülkeleri için Sovyet mirasının üzerine bir Putin Rusya’sının mirası eklendi. Bunun tortusu 100 yıl kalır gibime geliyor.

Serhat Güvenç’in önceki yazıları:

İlk 48 saat

Boğazlar, Karadeniz ve denizaltılar

Savaşın işe yaramadığını öğrenme sırası Rusya’da mı?

“Sorunsuz çember”in sorunlu kuzey halkası

Türkiye-Rusya’nın “rekabet yönetimi” ve Ukrayna krizi

Ukrayna krizi mi, Avrupa krizi mi?

Avrupa güvenliğini konuşmak

NATO genişlemesi ve Rusya’nın gecikmeli tepkisi

NATO’nun 70 yıllık müttefiki

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.