Ayşe Çavdar yazdı | Yerli-milli sömürgecilikte yeni aşama: Emlak simsarı devlet

Türkçe’deki ülke kelimesinin “ülüğ” kökünden türediğini biliyor muydunuz? Bildiğiniz “üleşmek” fiiliyle aynı kaynaktan geliyor yani. Şimdi genellikle kötü manada kullanıyoruz “üleşmek” kelimesini. Mesela benim aklıma yalnızca yolsuz, hukuksuz işlerden edinilen malın, mülkün, paranın, gene öyle ayıp, günah, suç kokan yollarla pay edildiği durumları anacağım zaman geliyor bu fiil. “Ülüğ”le arazi arasındaki ilişkiyi kuransa kelimenin ikinci hecesi: -ke, aslında -ge. Bu ekin görevi fiilden isim türetmek. Nadir de olsa bunu yaparken söz konusu fiilin konusu özne değil, nesne olabiliyor. Bilge mesela, bilmek fiilinden türemiş bir sözcük ve bilen kişi anlamına geliyor. Yani bu kelime fiili gerçekleştireni işaret ediyor. Ama “dili(mle)nmiş” manasındaki “tilge” örneğinde kelimenin bize gösterdiği mesela kavunu dilimleyen kişi değil, kavunun kesilmiş her bir parçası. Biz bugün tilge yerine dilim kelimesini kullanıyoruz. Bu mantıktan gidince ülke aslında ülge de eylemin öznesini değil, konusunu işaret ediyor. Çünkü öznenin kimliği, bu eylem ve eyleme konu olan yekûn tarafından köklü bir şekilde değiştiriliyor. Ülke örneğinde, üleşmek fiiline maruz kalan nesne toprak, arazi. Ülke, üleşilmiş yer olarak kendisini üleşenleri yeniden tarif ediyor. 

Üleşmek de çeşit çeşit en nihayetinde. Paylaşmak manasında da kullanabilirsiniz kelimeyi, tam zıt istikamette bir anlam verebileceğiniz bölüşmek manasında da. Pay etmek bitimsiz bir şeyi bölüştürmek ve dolayısıyla bir ortaklık kurmak manası vermeye daha yatkın sanki. Bölüşmek ise, tıpkı mirası bölmek gibi, sonlu, dolayısıyla pay ettikçe azalıp nihayet tükenecek türdeki yekûnları çağrıştırıyor. 

Yüz güldürmeye en yatkın olandan başlayalım. Üleşmek fiilini paylaşmak gibi anlarsanız ülke paylaşılan yer olur. Yok kastettiğiniz şey bölüşmekse bu defa da aynı ülke, bölüşülen, yani herkesin boyunca bir yere sahip olduğu arazi anlamına gelir. Mesela bir tarlayı paylaşmak, orada birlikte üretim yapmak ve geliri bölüşmek anlamına gelebilir. Gelir bölündükçe, her bir üleşenin payına daha az akçe düşecektir, ama tarla aynı büyüklükte kalır. Fakat gelir yerine araziyi bölüşürsek, her birimizin payına ekecek daha az toprak kalır. Sonunda o kadar azalır ki üleşen başına düşen arazi, ekip-biçmenin astarı yüzünden pahalıya mal olur. 

Şaka gibi bir ek daha yapmam lazım. Ülüğ, nadir de olsa hayattan alınan pay anlamında “kader” yerine de kullanılırmış çok eskiden. Hani diyorlardı ya “coğrafya kaderdir” diye, Türkçe’de dolaylı da olsa öyle bir durum var yani gerçekten. Bu bağlamda bu söz, yaygın “bizim başımıza hiç iyi şeyler gelmez ki” manasının dışına taşıyor hem de bendine sığmayıp taşarak. Eğer ülke paylaşılan yerse, orada yaşayanların haklarından ve birbirlerinin yanı sıra yekûna karşı mesuliyetlerinden söz ederiz. Yok bölüşülen bir şeyse, alacağımız pay boyumuzun ölçüsü kadardır, eninde sonunda herkes payını aldıkça biter, tükenir. Kimsenin kimse nezdinde hakkı da sorumluluğu da kalmaz. 

Ülkenin yanına ulusu ekleyeceğim şimdi. Orijinali “uluş” olan bu kelimenin esrarengiz bir tarihi olduğunu söylüyor Gerard Clauson (An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish, Oxford 1972, 152), ama ülkeye açılan “ülüğ” ile “uluş” arasında bir bağ da kurmuyor. Yine de birbirini ses olarak andırmaktan daha fazlasını üleşiyor bu iki kelime. Clauson’un aktardığına göre önceleri yalnızca coğrafi “ülke” anlamında kullanılan “uluş” zamanla kimi şehir adlarına eklenir olmuş, ardından Moğollar, sondaki ş’yi s yaparak Moğol İmparatorluğu’nu tanımlamak için kullanmışlar, “Moğol ulusu” demişler yani kendilerine. İmparatorluk bölündüğünde her bir parçanın adı yine “ulus” kelimesiyle adlandırılmış. Clauson, Moğolların zamanla araziyi değil idare ettikleri toplulukları temel alan bir siyasi dile sahip oldukları için çoğunluğu Türkçe’den olmak üzere başka kelimeler bulduklarını kaydediyor. Halklar konfederasyonuna “el” (e:l), kabilelere oymak (aymağ), aşiretlere “boy” ve ailelere de “uruğ” demişler. Fakat bildiğimiz ve Clauson’un da kaydettiği üzere ulus yıllar sonra modern Türkçe’ye yine ülke değil, o ülke üzerinde yaşayan insanları tarif eden kelime olarak, yani Moğolların sonradan siyasallaştırdıkları anlamıyla geri dönmüş. Anlaşılan hiç de tesadüfi ya da zorlama bir seçim değilmiş, genç cumhuriyetin siyasi hedefleriyle uyumlu bir kelime imiş. 

Birbirleri yerine kullanılsalar da etimolojileri ve çıkış noktaları itibariyle ulus ve millet kelimelerinin mutlak bir uzlaşmazlık halinde olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü millet Arapça’da aynı din ya da mezhebe mensup insan toplulukları için kullanılıyor. Aramice’deki “məllā”dan dönüşmüş, o da dil demek. Yani din-mezhep söz konusu olmasa bile aynı dili kullanan insanlar üzerinden kurulmuş aidiyet temelli bir ortaklık. Farklılıklarla beraber, bazen onlara rağmen birlikte yaşama iradesini de içeren paylaşma temelli ortaklıktan hayli farklı. Bir yekûnda pay sahibi olmakla, bir yekûna ait olmak arasındaki farkı yaratansa paylaşanları birbirine hem bağlayan hem de her birini ayrı ayrı tanıyan “özerklik” kaidesi. Demek ki ulusu milletten ayıran şey doğal değil, iradi bir kurguya işaret etmesi. 

Bir de yine Arapça’dan gelen “vatan” kelimesi var. Aslında “ikamet edilen, konaklanan” yer manasına geliyor. İlk bakışta yerleşikliği ima edermiş gibi görünse de, bugünkü ba(ğ)zılarının bir yandan gözlerini yaşartırken bir yandan ağızlarını sulandıran kutsallığa erişmesi ve ülkenin yerini alması çok yeni. O maceranın detaylarına şimdi girmeyeceğim ama biraz ironiyle, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra milliyetçilerin bir vatana sahip olabilmeleri için, ulusçuların ülke paylaşım siyasetlerinin iflas etmesi gerekti; tersinden söylersek ulusçuların ülke paylaşım siyasetleri daha en başından iflas etmese milliyetçiler bir vatana sahip olamayacaklardı deyip uzaklaşacağım bu sulardan… 

Başta söylemedim ama bütün bu etimolojik haritayı çıkarmamın sebebi Tarım ve Orman Bakanlığı’nın hazırladığı “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik.” Buna göre iki yıl üst üste ekilmeyen tarım arazileri devlet tarafından tespit edilip kiraya verilecek. Ayrıntılarını tarım haberciliğinin piri, üstadı Ali Ekber Yıldırım’dan dinleyin ya da okuyun, ne olur ihmal etmeyin. Ama okurken şu yukarıda çıkardığım haritayı da aklınızda bulundurun. 

Çünkü senelerdir gözlerimizin önünde kılıktan kılığa giren “devlet”in an itibariyle neye dönüştüğüne dair apaçık bir belgedir bu yönetmelik. Devletin nasıl, ülkeye, yani her ne kadar üzerinde çeşitli türde mülkiyet rejimleri tesis edilmiş olsa da, paylaştığımız, onu paylaştığımız için bir arada durduğumuz araziye, bir örneğini kentsel dönüşümde gördüğümüz gayet tepeden inmeci bir komisyoncu edasıyla yaklaştığını göreceksiniz bu yönetmelikte. “İşlenemeyen tarım arazisi” tamlamasını, “vergi toplayamadığım araziler” diye çevirmekle başlayın işe. Devletin mevcut idarecilerinin derdinin, hele ekonominin her manada içine ettikleri için açlığın bir tehdit değil gündelik bir tecrübeye dönüştüğü bir ülkede, tarımsal üretim değil, o arazilerde iktisadi bir etkinlik yapılmadığı için uğradığı vergi kaybı olduğunu yönetmeliğin tarif ettiği kurgudan rahatlıkla anlayabilirsiniz. Bu nedenle o yönetmeliği yapanlardan en az bir kaçının yarım yamalak tarih bilgileriyle “ya hu ecdadımız da böyle yapmış işte” diyerekten kendilerini kandırdıklarından adım kadar eminim. 

Devlet eğer o tarım arazileri aracılığıyla ülkeden paylarını alması beklenen yurttaşların yekûnla ilişkilerini sürdürmelerini dert etseydi, mesela arazilerini ekmekte zorlanan ya da başka işler yaptıkları için tarımsal etkinliklerini sonlandıran ancak arazisini satmak da istemeyen yurttaşlar için bir arazi kiralama birimi oluştururdu. Böylesi bir girişim, mesela “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” (1945)  kadar kurucu bir niyet taşımasa da en azından ülkenin paydaşlarına ve sahip oldukları hane özerkliğine asgari bir saygı ifade ederdi. Tarım arazisi olup da işlet(e)meyenler gider, dertlerini anlatır, devletin yardımıyla en uygun kiracıyı bulur ve kira sözleşmesinin koşulları hakkındaki pazarlığa da dahil olurlardı. 

Fakat bu yönetmelik böyle yapmıyor. Uydu ve coğrafi bilgi sistemleri, ayrıca Allah’ın belası Çiftçi Kayıt Sistemi üzerinden işlenmeyen arazileri kurduğu komisyon aracılığıyla tek taraflı olarak kendisi tespit ediyor, arazi için ilana çıkıyor, itirazlar için yalnızca yedi gün süre tanıyor, asgari kira fiyatını piyasadan aldığı fiyatlarla yine devlet adına bu komisyon belirliyor, anladığım kadarıyla asgari kiranın üzerine de tekliflerle çıkılabiliyor. 

Kimlerin hangi arazileri kiralayabileceği konusundaki düzenleme göz boyamadan ibaret. Bunun için önce bir Tarım Arazileri Değerlendirme Portalı kuruyor ve başvuruları topluyor. Önceliği arazinin bulunduğu yerde yaşayanlara veriyor. Hele bu yılki iflaslardan sonra bu öncelik sıralamasının aslında yasak savmadan ibaret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İkinci sırada sivil toplum kuruluşları geliyor. Niye tarım kooperatifleri değil de sivil toplum kuruluşları ve meslek odaları demişler acaba diye içinize bir kurt düşüyor mu sizin de? Gerçek kişilerin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmaları zorunlu, pek güzel. Peki şirketler talip olduğunda ne olacak? Bu kategorilerde talip çıkmayan araziler kimlere kiralanacak? Ayrıca arazilerin amacına uygun kullanıp kullanılmadığını kimin denetlediği, kullanılan gübre, ilaç vs konusunda arazi sahibinin söz sahibi olup olamayacağı vb konularda hiçbir düzenleme yok. Aksine düne kadar aç da kalsa kendi arazisinin efendisi olan çiftçiyi, hem de bütün ailesiyle birlikte arazinin dışına atıyor bu yönetmelik. Tek tek çiftçileri değil, çiftçiliği yersiz yurtsuzlaştırıyor. Seçme şansı tanımıyor bile. Üretemiyorsan, yani vergi veremiyorsan kendi arazin hakkında konuşma hakkın da yok. Çokları sordular, ben de sorayım. Böyle bir işi mesela konutta ya da sanayide yapabilirler mi? Cevap da vereyim. Özellikle yoksul mahallelerdeki kentsel dönüşüm uygulamaları farklı mıydı? 

Allah rızası için söyleyin, şöyle bir iş solcu bir parti iktidardayken yapılsa bu sağcı güruh hangi telden sesler çıkararak bağırırdı. “Komünistler köylülerimizin arazilerini müsadere ediyor” diye çığlık çığlığa ortalığı yıkmazlar mıydı? Elbette yaparlardı. Hem de dik âlâsını.  

İşte bu yüzden mevzuya ülke ve ulus sözcüklerinin köklerini kazıyaraktan geldim. Yönetmeliği bir de o iki kelimeyi, bu ülkenin kuruluş hikâyesini, teba olmaktan yurttaşlığa giden yolun hangi zorluklarla nasıl kat edildiğini göz önünde bulundurarak okuyun, siz de benim düştüğüm dehşete düşün diye. 

On yıllar sonra ilk kez yola, sokağa çıktı Türkiye’de çiftçiler. Senelerdir zarar ediyorlardı, sömürülüyorlardı ama bu yıl artık umudu kestiler her şeyden. Boğazım düğümleniyor düşünürken bile. AKP bu ülkenin çiftçilerini önce ürünsüzleştirdi (tarımsal planlama yapılmaması ve desteklerin arazi sahipliği üzerinden verilmesi ‘üretme sen, sen üretirsen ben kazanamam’ demekti). Şimdi de üzerlerine tapulu araziler hakkındaki tasarruf haklarını, yani yıllardır ezdiği çiftçi hanelerinin özerkliğini tamamen kaldırıyor ortadan. Köy okullarını ve sağlık ocaklarını kapatarak, köyleri şehirlere mahalle yaparak bir tür zorunlu göç politikası yürütüyordu zaten AKP’nin devleti. Şimdi bu siyasetin meyvelerini bölüştürecek arazi kiralama görünümlü yeni sömürgeleştirme siyasetiyle. 

Kentsel dönüşümde kentli yoksulları “ne işiniz var deniz gören tepelerde, siz ne hakla işinize tek vesaitle gidersiniz, çekin gidin kenarlara, kent merkezlerini satıp siyasetimi finanse edeceğim” diyerek  ve tehdit olarak da hakları olan kamusal hizmetlerden mahrum bırakarak sürdüler şehirden. Köylere yaptıkları da farklı değildi bunca yıldır. Tarımsal planlama yapmayarak, hasat mevsimlerinde gümrükleri sıfırlayarak, zaten çok iyi olmayan tarımsal destek sistemini iyiden iyiye çürüterek aslan payını çoğunluğu kendi beslemeleri olan tüccarların aldığı bir yoksullaştırma politikası sürdürdüler. Şimdi de artık arazilere diktiler gözlerini. Bu “üretmiyorsan kiralarım” yönetmeliği, çiftçileri -mevcut ekonomik koşullar göz önünde bulundurulduğunda- arazilerini alelacele ve değerinin altında satmaya zorlamak dışında ne anlamı var ki?

Şimdi ne olacağını söyleyeyim. Kiralanacak arazileri ve kira fiyatlarını belirleyecek o komisyonlar partizanca oluşturulacak. Ne de olsa çiftçilerin direnecek hali de gücü de kalmadı. Devletin zor gücü de o komisyonları ve muhtemel kiracıları kollayacak. Tamam şehirliler çiftçilere küskün ne zamandır? Hiç de hakları yok ya küsmeye. Neyse. Girmeyeceğim bu mevzuya. Peki ama söyler misiniz, o tarım arazilerini kim koruyacak? 

Böyleyken böyle. Siz o yönetmeliğe bir de ulus-millet, ülke-vatan karşıtlıkları üzerinden bakın. Elinden emlak simsarlığından başka iktisadi “numara” gelmeyen mevcut devletin yerli-milli sömürgecilikte can havliyle hızlanarak katettiği aşamayı göreceksiniz. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.