Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can yazdı: “Onların ne dediğinin bir önemi yok”

Yukarıda gördüğünüz başlık, Erdoğan iktidarının istikrarlı belki de tek stratejisini özetliyor. Bu söz, Erdoğan tarafından çok farklı muhataplar işaret edilerek defalarca tekrar edildi. Bazen dış politikada, bazen yargı karşısında hiç çekinmeden söylendi. AİHM’e veya AYM’ye karşı, Avrupa Konseyi kararları ya da uluslararası raporlara cevaben dile getirildi. Siyasi rakiplerini “hiç takmaması” ve yok kabul etmesi, yerel yönetimlerden meclis işleyişine kadar her alanda adeta gözlere sokuldu. Ancak bu strateji, sadece karşıtlarıyla ilgili bir güç ve büyüklük iddiasından ibaret olarak kalmadı. Bu yaklaşım, Erdoğan’ın kendisini destekleyen tabanına dair de yürürlükte. Açıktan pek böyle söylenmiyor, hatta “size aşığız” filan gibi tuhaf abartmalara başvuruluyor ama kesinlikle “onların” ne dediğinin hiç bir önemi yok. “Ananı da al git” çıkışı, yakını ölen madencilerin tekmelenmesi, açız diyenlerin nankör ilan edilmesi gibi kaçaklar az değil. Fakat ne dendiğinin, ne düşünüldüğünün bir öneminin olmaması, Erdoğan’ın siyasi manevra sayılan tuhaf dönüşlerinde, aşırı pragmatik rotasında çok daha bariz izleniyor. “Çekirdek tabanı” denilen radikal ideolojik hassasiyetlere hoş görünecek hamleler yaptığında, bunu konsolidasyon arayışına yoran çok oluyor ama tam tersini yaptığında tepkilerden neden hiç çekinmediğini -ve önemli bir tepki gelmemesini- açıklamaya kimse yanaşmıyor. Oysa bu ilişkinin nasıl tek taraflı hale dönüştüğünün doğru anlaşılması, hem iktidar tabanının neden eridiği hem de onları kazanmak için ne yapılmalı tartışmaları açısından çok daha önemli.

Erdoğan iktidarının -bu tanım karmaşık koalisyonun tamamını kapsıyor- tabanıyla kurduğu ilişki, sadece kendisiyle ilgili bir mesele değil, bütün siyaset zeminini etkiliyor. Bunu tartışmak için siyasi analizlerde sık başvurulan sıkıntılı genellemelere ve indirgemelere kısaca değinmek gerek. İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sağ-sol” tanımlaları ile Şerif Mardin’in “merkez-çevre gerilimi” yaklaşımları, çok önemli tartışma başlıkları açan ilham verici değerlendirmeler. Ancak her iki yaklaşımın da aşırı ve yersiz kullanım mağduru olduğunu, zorlama çarpıtmalara dayanak yapıldığını da kabul etmek gerek. Bugün çok kullanılan vesayet, kimlik siyaseti, popülizm, kutuplaşma ve gerçekçi siyaset gibi kavramlar, haklı olarak hayli eskiye dayanan siyasal fay hatlarına, toplumsal-kültürel kırılma ve gerilim köklerine referans vererek kuruluyor ve kullanılıyor. Kabaca, iktidarın şekil vererek kullandığı milli-manevi değerler üzerinden kurulan kültürel bölünmenin örttüğü sınıfsal ayrımlar dikkate alınmadan analizler yapılıyor, stratejiler inşa ediliyor. Erdoğan sık sık dile getirdiği aslında olmayan “200 yıllık dava” buradan çıkartılıyor. Açıkcası ciddi toplumsal değişimler yaşanmış olmasına rağmen siyasi kimlik tercihlerinde bu tablonun ağırlığı bir hakikat. Fakat Türkiye’deki çok partili siyasi dönemin temel gerilimi olan ve Erdoğan tarafından popülist otoriterliğe altlık yapılan bu bloklaşmanın, yine AKP iktidarı eliyle yapısal bozulmaya uğratıldığı, geleneksel içeriğinin değiştiği gözden kaçıyor. Üstelik bu bozulmada, dahil olan bütün taraflar pay sahibi ve aslında kimse -özellikle de taban- tamamen masum değil.

Türkiye’de sağ kitle partileri veya yaygın kullanılan tanımlamayla merkez sağ, kökleri epey eski toplumsal-kültürel kırılma hatları üzerinde şekillendi. Karşılıklı rızaya dayalı çift taraflı bir pazarlık ilişkisiydi kurulan. Milliyetçi-maneviyatçı kalabalık, kendini içinde tarif ettiği veya içine sıkıştırıldığı kültürel bloğun -sahici veya atanmış- hassasiyetlerinin siyasi koz olarak kullanılmasına izin verirken, karşılığında, imkanlarla irtibatlanma ve devlette temsil kanallarının sağlanmasını bekledi. DP, AP, ANAP, DYP ve AKP gibi farklı aktörlerle tekrarlanan bu geleneksel al-ver ilişkisi, merkezde yer alan sağ kitle partisinin tabanla ilişkisinin ana ekseniydi. Merkezle temas mesafesindeki “uç sağ” partiler de “değerlerin” ağırlığını kontrol ederek dinamizmi canlı tutuyordu. 70’lerden itibaren netleşen siyasi balans, sağ içindeki bu dengeye yaslandı. Taban ile bu tabanı temsil iddiasındaki partiler arasında kurulan ilişkide, popülist demagojiye sıklıkla baş vurulmakla birlikte, meydan okuma içeren bir restleşmeye pek dönüştürülmedi. Elitlerle avam arasında, kışkırtılan bir kapışmanın yerine bütün tarafları idare etmeye dayalı -çoğunlukla da refah havuçlu- bir “uyum” vaadi vardı. Herkesin bildiği ve farkında olduğu samimiyetsiz pazarlık, zaten tutulması mümkün olmayacak vaadler -kaçınılmaz veya konjonktürel olarak- her tıkandığında ya da bu tıkanıklığı aşmak için yapılan zorlamalar “nizamı” bozduğunda ya temsil krizleriyle ya da sert müdahalelerle karşılaştı. Bu döngünün sağladığı “yarıda kalmışlık” bahanesi veya travma sonralarındaki aktör değişimi, döngünün yenilenme ve rövanş motivasyonuyla tekrarını mümkün kıldı. 

Erdoğan iktidarının -bir açıdan 2007 öncesi, bir açıdan 2010’a kadar uzatılabilecek- ilk dönemi, genellikle birkaç seçim dönemi sonrasında duvara toslayan ve yenilenmesi gereken bu döngüler serisinin devamı sayılabilir. Çarpıtılmış teorik mülahazalarla “sosyolojik zorunluluk” olarak tanımlanan “muhafazakâr demokrat” iddiası, tipik uzlaşma vaadiydi. Ancak 2007 ile başlayan ve 2010’a kadar uzayan süreçteki iç ve dış konjonktür, ortaya çıkan siyasi ve finansal fırsatlar, rakip ve müttefiklerin kapasitesi gibi unsurlar, Erdoğan iktidarı için bu döngünün dışına taşmayı deneyecek kapılar açtı. Sınırı keyfi olarak çizilecek “ötekilerin” ne dediğinin önemsiz olacağı, dediklerinde çok da bir şey yapamayacaklarının kabul edildiği yeni bir vasat kurulabiliyordu. İşte bu noktada Erdoğan, önceki döngülerde sınırlı ölçüde başvurulabilen popülist restleşmeyi hiç olmadığı kadar güçlü kullandı. “Vesayet tasfiyesi” iddiasına bindirilmiş biçimde, kendi tabanına (destekçilerine) başka bir pazarlık zemini açtı. Kalabalıklığı ve değerler alanındaki tehditkar hegemonyayı pazarlık kozu olmaktan çıkartıp açık bir dayatma ayrıcalığına çevirmeyi önerdi. Kendi taraftarlarına, “ötekilerin dediklerinin” artık önemsiz olacağını söylüyor, bunun sağladığı üstünlüğe ortaklık karşılığında tek taraflı bir ilişki talep ediyordu. İktidarı destekleyen kalabalık, 2011, 2015 Kasım ve 2018 tarihlerindeki seçimlerde bu pazarlık zeminine onay verdi. 2009 ve 2019 yerel seçimi ile 2015 Haziran genel seçimini ise kendi dediğinin önemli olduğu eski pazarlığı hatırlama girişimi sayabiliriz.

İktidar oylarında erime başladıktan sonra sık kullanılmaya başlanan bir kavram var: Çelik çekirdek veya iktidarın kemik tabanı. Bazı analizlerde, iktidarın kemik oylarının veya radikal çekirdeğinin aslında çok küçük bir yüzdeyi oluşturduğu iddiası dile getiriliyor. Bazı yorumlarda, iktidarın kendini savunmak için çekirdek oyuna ve onların uç hassasiyetlerine yaslandığı söyleniyor. Bunlar genel olarak doğru ama Erdoğan iktidarının fütursuzluğunu sağlayan ve bundan sonra -olacaksa- devamını mümkün kılacak, çekirdek veya “radikal” taban değil. İktidarın “başkalarının ne dediğinin” önemsiz kılmasına, kendi sözlerinin de bir ağırlığı kalmaması pahasına onay veren “rasyonel” samimiyetsizler. Yani iktidarın siyasi cezasızlığından asıl sorumlu olan tabanının çekirdek olmayan yarısı. Bu kesimin önemli bir kısmı “endişeli muhafazakâr” bekleme salonunu kullanıyor. Bir başka kısmı ise muhalefet cephesinde yine birilerinin sözlerinin çok da önemli olmadığı iddiasını üretmeye çalışıyor. Eski pazarlığa dönme çabasında olanlar veya yeni bir pazarlık masasının peşini sürenler de var. Oysa hassasiyetlerle harekete geçirilebilen veya geçirilebileceği iddiasının kullanışlı olduğu siyasi zemin, bu alanı fazlasıyla istismar eden Erdoğan tarafından tekrar kullanılamayacak kadar tahrip edildi. Bu yüzden sadece aktör değişimini öneren çözümler, bu alanın nasıl tahrip olduğunu parçası olarak deneyimleyen “samimiyetsiz rasyonel” seçmen tarafından ikna edici bulunmuyor. Bu tıkanmayı yeni bir pazarlık önererek aşmak yerine, seçmeni amorf kimlik kalabalıkları ve şişirilmiş hassasiyetlerin arkasından çıkmaya ve sahici kimlikleriyle davranmaya zorlamak daha doğru sonuçlar verebilir.

Kemal Can’ın önceki yazıları:

Cumhurbaşkanının “tensipleriyle”

Gündem değiştirme hiç değişmez mi?

Laiklik kime lazım, ne için lazım?

Nedir bu tedirginlik?

Aşırı güncellik

Dar koridora sürülen siyaset

“Sürdürülemez” ama ya sürdürebilirse?

Bardağın yarısının durumu ne?

Ekonomi, “asıl gündem” oldu mu?

Hafta sonu kötümserliği

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.