Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: Kılıçdaroğlu Diyarbakır’da – Türkiye’nin 2023’ü, Fransa’nın 1981’i

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır ziyaretinin genel olarak, olanaklar ölçüsünde, verili durumda, olabileceğin en iyisine yakın biçimde amacına uygun gerçekleştiği medyaya yansıyanlardan anlaşılıyor. Kuşkusuz, olumlu bir gelişme. Batıcılık, Atlantikçilik, özgürlükçülük gibi zilletlerin yanında Kürtçülük illetiyle de malûl; namaz kılmayan, şarap içen, milliyetçilik karşıtı, laik, çoğulcu, ademimerkeziyetçi cinsinden bir sağcı (“sağcılar ahmak olur!”, “kareli ceket, badem bıyık…” vs.) olarak nicedir biriktirdiğim kimi hezeyanlarımı bilvesile halklarımızla paylaşmak istedim.  

De Gaulle’ün 1958’de dönemin koşullarında (Cezayir savaşı ve darbe tehlikesi) kurdurduğu V. Cumhuriyet’in başkanlık rejiminde sol, ilk kez 23 yıllık muhalefetin ardından 1981’de Mitterrand’la kazanmıştı. Orijinal “Sakin Güç” afişiyle iktidara gelen 65 yaşındaki Mitterrand, zafer koreografisini de özenle hazırladı. O, elindeki çiçeklerle Panthéon’a yaklaşırken, beraberindeki kitle ters V biçiminde geride kaldı. Tek başına yürüyüp tapınağa giren Mitterrand, sosyalist lider Jaures, kölelik karşıtı yazar Schoelcher ve II. Dünya Savaşı direniş önderi Moulin’in kabirlerine birer gül bıraktı.

Şimdi gözlerimizi yumup, 2023’te Millet İttifakı’nın ve olası aday Kılıçdaroğlu’nun olası bir zaferini hayal edelim. Anıtkabir’de tören alanında toplanmış kitle, basamaklara Kılıçdaroğlu beraberinde altı parti lideriyle yan yana yürüyor. Derken herkes, görevli subaylar dahil, geride kalıyor, Kılıçdaroğlu basamakları yalnız başına çıkıyor ve Atatürk’ün aziz hatırasına çelenk değil tek bir karanfil yahut bir buket kırçiçeğini, kırmızı bir gülü bırakıp, saygı duruşunda bulunuyor.

Yukarıda sözünü ettiğimiz 1981, yani 1917 Bolşevik Devrimi’nin hemen sonrası filan değil. Komşumuz Yunanistan’ın Avrupa Birliği üyesi olup, kuruluşundan beri ilk kez darbe-iç savaş sarmalından nihayet çıktığı yıl. Buna rağmen Fransa’da Şanzelize’de Sovyet tanklarının boy göstereceğinden söz ediliyor. Laurent Fabius, ilk kez Elize Sarayı’na gittiklerinde müstahdemin kendilerine “Acaba yemekleri elleriyle mi yiyecekler?” yollu kuşkucu bakışlarla, tuhaf tuhaf baktığını aktarır.

İşte o gergin ortamda sosyalist Mitterrand, kabinesine dışarıdan dört komünist bakan da davet ederek bir kırmızı çizgiyi daha ihlâl eder. Ulaştırma, sağlık, kamu hizmetleri ve mesleki eğitim bakanlıkları komünistlere verilir. Yine gözlerimizi yumup, 2023 senaryomuza dönelim: Kılıçdaroğlu seçimi kazandıktan sonra HDP’ye bakanlık, bakan yardımcılığı, cumhurbaşkanlığı danışmanlığı, TRT gibi kimi kurumların genel müdürlüğü gibi bazı baş ve başaltı konumlarda makam tahsis etmiş olsun.

Batı Almanya Şansölyesi Willy Brandt 1970 yılında ziyaret ettiği ve o zaman haliyle Doğu Bloku’ndaki Polonya’nın başkenti Varşova’da Yahudi Soykırımı Anıtı’na çiçek bıraktıktan sonra aniden dizlerinin üzerine çöker. Bu hareketi, önceden planlanmış ve protokol tarafından belirlenmiş değildir. İçinden geldiği gibi davranmış, bir çığır açmıştır orada Ostpolitik’in mimarı Brandt. Çığır açmıştır, buzu kırmıştır çünkü 1970’lerin başında bile Almanya’da Yahudi Soykırımı konusu bugün zihinlerde artık kalıplaştığı biçimiyle Alman halkının bilincinde yer etmiş değildir.

Bir kez daha gözlerimizi yumalım, olası müstakbel cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu’nu Erivan’a yurtdışı gezisine gönderelim. Bizatihi Soykırım Anıtı’na (oradaki müzede “Nemesis” kapsamında Berlin’de 17 Nisan 1922’de Bahaettin Şakir’le birlikte öldürülen büyükdedem Cemal Azmi’nin kendine benzemeyen çirkin bir resmi asılı) gitmesi dahi çığır açıcı nitelikte olur. Kılıçdaroğlu’nun, diz çökmekten vazgeçtim, başını eğip, bir dakika saygı duruşunda bulunduğunu, anıta tek bir karanfil bıraktığını düşleyelim.   

          

De Gaulle 1958’de göreve geldiğinde Cezayir’i ziyaret etmiş ve oradaki balkon konuşmasına ünlü “sizi anladım” cümlesiyle başlamış ve Cezayirli Fransızların (“kara-ayaklar”) büyük coşkusuyla karşılanmıştı. Sonra Paris’e dönüp, söylediğinin tam tersini yapmış ve henüz bir yıl sonra Cezayir’e kendi kaderini tayin hakkının tanınması gerektiğini vurgulamıştı. Orası ayrı ve o da ayrı bir devlet adamlığı dersi.

Biz şimdi tekrar gözlerimizi yumup, olası müstakbel cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu’nu Lefkoşa’ya gönderelim. O da coşkulu geniş bir kitlenin önünde “sizi anladım” desin ve BM kriterlerine uygun biçimde iki bölgeli-iki uluslu federasyonun tek gerçekçi çözüm olduğunu vurgulasın. Bu yolla AB üyesi olacak bir KKTC’nin Türkiye’nin de ulusal çıkarına ve Kıbrıs’la ortak barışçıl geleceğinin inşasına katkı yapacağını belirtsin ve desteğini açıklasın.    

De Gaulle görev süresinin bitimine az zaman kala 1967’de Kanada’ya gitmiş ve Québec eyaletinin başkenti Montréal’i de ziyaret etmişti. Programda olmadığı halde Belediye Sarayı’nın balkonunda bir mikrofona denk gelip, aşağıda toplanmış kalabalığı da görünce dayanamamış, yine ünlü cümlelerinden “yaşasın hür Québec!” sözlerini sarf etmişti. Öyle ki, deprem etkisi yaratan ve hatta kendi ekibince dahi beğenilmeyen bu apansız çıkışın ardından Kanada ziyaretini yarıda kesip Fransa’ya erken dönmek durumunda kalmıştı.

Bıktınız ama bir kez daha gözlerimizi yumalım, olası müstakbel cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu’nu bu defa Erbil’e gönderelim. Hasbelkader, Türkiye Cumhuriyeti’nden ilk kez başbakan düzeyinde yapılan Erdoğan ziyaretinde orada sokakların ayyıldızlı albayraklarla donatıldığını görüp, gözleri hafiften nemlenmiş bir müstafi başkonsolos olarak uydurmuş olayım. Kılıçdaroğlu, halka seslenmiş olsun ve “yaşasın bağımsız Kürdistan” demesin de, idamından önce Deniz Gezmiş gibi “yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!” desin.

Bol keseden harcıyoruz hepimiz ama firenkçeden apartıp, şu “re” önekli şeyler, hep farklı şeyler: Reform, Rönuvo, Rejans, Repüblik, Restorasyon, Rövanşizm. Hepsi de önemli, hepsinin de yeri ayrı. Kafada gidilecek yer (kurucumuz Atatürk gibi) berrak olduktan sonra, irade olduktan sonra, öncelik dönüşüm olacaksa. Üstelik Türkiye’de organik biçimde “sağ” egemen ve çıkışlar da illa “orta kapıdan” olabilir ama hangi sağ? Vichy’ci olan mı, Dögolcu olan mı? Popülist-plebisiter sağ mı, kendi sağına “bindirme” yaptırmayan cumhuriyetçi bir sağ mı? (Burada sana bakıyorum muhterem İYİP.)

Başörtüsü meselemizi aşmış olabiliriz de, sevgili Ümit Kumcuoğlu’nun bir keresinde sosyal medyadan (mealen) belirttiği üzere “laik cumhuriyette esasen kutsal kitabın değerinin –örnekse- bir Harry Potter romanından farksız olduğu gerçeğini” içselleştirebilecek miyiz nihayet? Yoksa değerlerimiz, hassasiyetlerimiz döngüsünde saplanıp kalıp, hukuk devletini, eşit anayasal yurttaşlığı bir başka bahara mı öteleyeceğiz yine? Kırk, elli yaş üstü değil gerçek gençlere boynumuzun borcu bu bence.  

Müslümanların nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturduğu bir cumhuriyette çoğulculuğun mümkün olduğunu ve demokrasiyi becerebildiğini kanıtlarsak, Batı’nın pek çok derdine kendiliğimizden çare olabiliriz. Dahası, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali küresel bağlamı kökten değiştirdi. Korkunç sınamalar ve o denli değerli fırsatlar var önümüzde. Hiç yoktan, siber-savunma ve kontrespiyonaj çağın gereklerine uyumlu hale gelmeli. Ama onun ötesinde 1856 Avrupa Uyumu, 1923 Lozan ve 1952 NATO gibi cumhuriyetimizin yerinin, yöneliminin, kimliğinin “Batı” olduğunun altını kapkalın çizebiliriz bu arada.              

Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu ve hatta Afrika’da yönetici sınıfların ezici çoğunluğunun Türkiye üniversitelerinden mezun olduğu ve akıcı Türkçe konuştukları bir yüzyıl hayal edebiliriz. Emperyal bir düş değil sözünü ettiğim. Geçen gün duyup, aklıma yazdığım üzere, Rusya gibi imparatorlukların sınırları değil, cepheleri olur. Oysa bir diğer sevgili arkadaşım Engin Solakoğlu’nun şairane tanımlamasıyla “ne diyecek acaba” diye başların dönüp baktığı bir cumhuriyetten söz ediyorum.

“Gezi’yi Amariga yaptı”, yok “15 Temmuz’u Amariga örgütledi” kahvehane yavelerinden, “Londra’daki üç-beş tefeci” taşrasallığından toptan bir çıkabilsek artık. 1.96’lık bir De Gaulle yerine ömrünü cumhuriyet ve eşit anayasal yurttaşlık idealleri uğrunda tüketmiş 1.63’lük bir Clémenceau da bizim işimizi görür. Ancak verili durumda “Macron’dan kaçınıp, Matarella’yı aramak” yaklaşımı büyük bir gemi enkazına da götürebilir bizi. Azımsanacak bir risk değil bu. Bilmem zikredebildim mi?

Yerelleştireyim hezeyanlarımı: 2023’te koltuğa oturacak olası muhalif başkanın “takoz olmaya, el freni çekili gaza basmaya geliyorum” demesinin bence toplumda karşılığı yok. Özellikle ulusal güvenlik dosyalarında siyaseti, “liyakat” kisvesiyle hariciye, istihbarat ve genelkurmay mandarinlerine emanet etmek de o denli sakıncalı. Başka deyişle, İnönü’nün “denge” siyaseti pastası üzerindeki çilek NATO üyeliği olmuştu, ama sanmam ki Ahmet Necdet Sezer’i fazla özleyen çıksın.

Sözü, aciz amadenize göre en büyüklerden olan Behçet Necatigil’in “Sevgilerde” şiirinden bir bölümle bağlayalım: “Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı/Gecelerde ve yalnız/Vermeye az buldunuz/Yahut vakit olmadı”. Değerli ozanın bu dizelerini siyasal bir düzlemde de okuyabiliriz sanırım. Belki içsel cumhuriyetimizde yetiştirip, biriktirdiğimiz siyasal atılım çiçeklerimizi birbirimize sunma vakti gelmiş de, geçmiştir bile. Noucamp’ta 0-0 biten maçın son dakikalarında anlatıcı Ertem Şener coşup, “kendimi tutuyorum, sıkıyorum, susuyorum ama artık konuşuyorum” diyerek patladıydı; belki o ana pek yaklaşmışızdır ulusça.

Aydın Selcen’in daha önceki yazıları: 

Ukrayna – Benim köftem nerede?

Sayın Putin Gayrettullaha dokandı

Ukrayna – Afganistan değil Grozni, de Gaulle değil Allende

Ukrayna – Çıkan kısmın özeti

Ukrayna gitti, gidiyor…

IŞİD liderinin ortadan kaldırılmasının düşündürdükleri

Ukrayna, dış politikanın kendine gelme fırsatı mı?

Hangi cumhuriyet, hangi muhalefet, hangi sağ?

Hristiyan demokrat oluyor da, Müslüman…

Dünyaya bakış 2022 – Nereden soru çıkar?

Dış politikada 2021 – Bir bilanço denemesi

Adam kazandı

Dışişleri – Cepheden cepheye, zaferden zafere…

Kutuplaşma mı, gözü yaşlı kucaklaşma mı?

Casusluk nerede başlar, hukuk devleti nerede biter?

Demokratikleşmenin barometresi dış politikada da helâlleşme

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.