Uluslararası ilişkiler eğitiminin ilk yıllarında disipline özgü bazı olguları ve kavramları bir hayli basitleştirerek öğrencilerimize aktaramaya çalışırız. Eğitimlerinin son yıllarında öğrenciler derslerde sıkça başvurduğumuz, yatıştırma diplomasisi, çevreleme, güvenlik ikilemi, karşılıklı kesin imha, caydırıcılık ve genişletilmiş caydırıcılık gibi kavramları tarihsel bağlam ve örnekleriyle iyice kavramış olurlar
Tanık olduğumuz savaşa giden yolda Rusya’nın talepleri Ukrayna üzerinden formüle edilmişti. Ancak Rusya’nın derdi Ukrayna ile sınırlı değildi. Soğuk Savaş’tan 30 yıl sonra dünya düzeninin ve Avrupa güvenliğinin Rusya’nın beklentileri doğrultusunda yeniden kurgulanmasıydı. NATO ve AB genişleyerek Rusya sınırına dayanmıştı. Ukrayna’nın eski Doğu Avrupa ülkelerinin izinden giderek NATO ve AB’ye üyeliğine heveslenmesi bardağı taşıran son damlaydı. Soğuk Savaş deneyiminden hareketle bu ülkeler AB ve NATO üyeliğinin büyük komşuları Rusya’ya karşı güvence sağlayacağını düşündüler. 1997’den başlayarak iki örgüt de bu ülkeleri bünyesine katarak Doğu’ya doğru genişlediler.
Öte yandan eski Doğu Avrupa ülkelerinin kendilerini daha güvende hissetmelerini sağlayan bu genişleme, Rusya’da Batı tarafından kuşatılma kuşkusu doğurdu. Bu kuşku yerli midir yersiz midir? O tartışmaya girmeyeceğim. Ama anarşik bir uluslararası sistemde, ülkeler güvenliklerini sağlamak için güçlerini artırmaya çalışırlar. Bunu ya sadece kendi imkânlarıyla yaparlar ya da bir ittifakın parçası olarak. Ancak ülkelerin ne kadar güçlenince kendilerini gerçekten güvende sayabileceklerine dair bir ölçüt yoktur. Bazen algılanan tehdit kabaca bir fikir verir ama öznellik riski nedeniyle çoğu zaman kantarın topuzu kaçar. Bu durumda, muhatabınız gücüne artırmaya yönelebilir. Böylece bir silahlanma yarışı da tetiklenmiş olur. Hele güven ve iletişim eksikliği varsa, niyetler karşı tarafa doğru aktarılamaz veya doğru okunamaz. Bu tür güvensizlik sarmalları maalesef çoğunlukla savaşa neden olur. Birbirini rakip olarak gören aktörler arasında ortaya çıkan bu duruma “güvenlik ikilemi” denir.
Rusya’nın Ukrayna işgaline gerekçe olarak bu tür bir güvensizliğe işaret edenler var. Bu mantıkla bakıldığında, NATO’nun genişleyerek Rusya’nın sınırına dayanması, Kremlin’i kışkırtmaktan başka işe yaramadı. Kimilerine göre bu sonuç kaçınılmazdı. Böyle düşünenler arasında disiplinin önde gelen isimlerinden John. J. Mearsheimer da var. Saygınlığı ülkesinde bir linç kampanyasıyla karşılamasını engelleyemedi. Bu tartışma daha çok süreceğe benzer. Ben konuyu başka bir yere getirmek istiyorum.
Geçen hafta Polonya Hava Kuvvetleri’nin envanterindeki Mig-29 savaş uçaklarını Ukrayna’ya devretmek için ortaya atılan bir formül gündeme bomba gibi düştü. Aslında Rusya işgali başlar başlamaz AB, elinde Sovyet tasarımı savaş uçağı bulunan üyelerinden bu uçakları satın almak için fon ayırdığını duyurdu. AB’nin parasını bastırıp alacağı Mig-29 ve Su-27’ler Ukrayna’ya devredilecekti. Söz konusu ülkelerin kendi hava güçlerinde zaafiyete yol açacağı kaygısı nedeniyle bu tasarıya sıcak bakmadığı anlaşılmıştı. Bu tasarının yaşama geçmesinin önünde zaten bir sürü başka engel vardı. Konu gündemden düşmek üzereyken yeni bir hayat buldu. Polonya Mig-29’larının Almanya’daki Amerikan Hava Üssü Ramstein’e götürülerek ABD’ye devredilmesinin planlandığı duyuruldu. Uçaklar burada ABD tarafından teslim alınacak ve Ukrayna’ya devredilecekti. Bu formülle AB üyelerinin Rusya’nın hışmına uğrama riski de azalacaktı. Kestaneyi ateşten ABD çıkaracaktı. Rusya da hesabı varsa, bunu dengiyle halledecekti.
Haber ilk düştüğünde bunun ABD tarafından geliştirilen bir formül olduğu düşünüldü. Zira Polonya, Bulgaristan gibi ülkelerin zaten çekinceleri vardı. Bu formülle bunlar da giderilecekti. Ancak Washington beklenemedik biçimde bu formülün, çatışmayı genişletmek ve tırmandırmak için Rusya’ya bahane vereceğini ve mevcut şartlarda uygulanamayacağını ilan etti. Bu defter şimdilik kapanmış oldu.
Olayın gelişimi “güvenlik ikilemi”nin bir diğer türünü akıllara getirmektedir. Bu ikilem, rakipler arasında değil aynı ittifakın üyeleri arasında ortaya çıkar. İttifaklara özgü bir ikilemdir. Müttefikler arasındaki güç asimetrisinden kaynaklanır. Kısaca ifade etmek gerekirse, bir ittifakın büyük üyesi, daha küçük üyeler tarafından tuzağa düşürelebileceğinden kaygılanır. Yani iradesi dışında kendisini diğer büyük devletlerle savaşa sokacak oldu bittilerle karşılaşabilir. Küçükler ise bir krizde ya da savaşta büyük ortak tarafından yarı yolda bırakılabileceklerinden veya terk edilebileceklerinden kaygılanır. NATO tarihinde bunun örnekleri çoktur. Bundan 10 yıl önce Soli Özel ile birlikte Türkiye’nin NATO üyeliğini bu ikilemler penceresinden değerlendirirken bildik örneklerden yola çıkmıştık.
1962 Küba Füze Krizi nedeniyle ABD’nin Türkiye sormadan Jüpiter füzelerini Sovyetler Birliği ile yürütülen pazarlıklara konu etmesi ve daha sonra çekmesi akla gelen ilk örnektir. 1964’de Kıbrıs’a müdahaleyi engellemek üzere Başkan Johnson’un İsmet İnönü’ye gönderdiği mektupta NATO’nun Türkiye’yi savunma taahütlerini sorgulaması yine çok bilinen bir başka örnektir. Bu örnekte Türkiye’nin Kıbrıs’a bir müdahalesinin Sovyet saldırısını tetikleyebileceğine işaret edilmesi, Washington’un “tuzağa düşme” kaygısının ifadesi olarak da değerlendirilebilir. Türkiye’nin en büyük müttefiki tarafından “terk edilme” olasılığı 1975’de ABD silah ambargosuyla gerçekleşmiştir. Son olarak 1980’lerde ABD Kongresi’nde yürütülen “Ayrımcı Caydırıcılık” (Discriminate Deterrence) tartışmaları, özellikle Türkiye ve Norveç gibi kanat ülkelerin “terk edilme” kaygılarını iyice körüklemiştir. Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin nükleer genişletilmiş caydırıcılık şemsiyesine sığınan bazı üyeler için nükleer bir çatışmaya girmeye değip değmeyeceğinin dile getirilmiş olması dahi ittifaka güveni sarsmıştır. Küçük ortakların büyükleri kendi iradeleri dışında bir savaşa sokma ihtimaline yakın tarihli bir örnek olarak 2015 yılında Türk uçaklarının bir Rus bombardıman uçağını düşürmesi gösterilebilir. NATO, Rusya ile doğrudan karşı karşıya gelme ihtimali nedeniyle Türkiye’ye lafta destekten ileri gitmemiştir.
Bu mantıkla yürüdüğümüzde Polonya’nın, Mig-29’ların ABD’ye teslimi ve oradan Ukrayna’ya aktarılması teklifiyle ABD’nin savaşa doğrudan dahil olmasına gidecek yolu açmayı hedeflediği düşünülebilir. Yani küçük ortak, büyük ortağını kendisine en büyük tehdidi oluşturduğunu düşündüğü Rusya’nın üzerine salmayı planlamıştır. Tarihsel açıdan Polonya’nın Rusya kaygısı anlaşılabilir. Varşova belki de NATO ve Rusya arasında bir çatışmayı kaçınılmaz olarak görüyor ve bunun gelecekte değil de bugün olmasını yeğliyor olabilir. Ya da ABD’nin savaşa bu düzeyde dahil olmasının Rusya’yı daha ileri gitmekten caydıracağını düşünüyor. Ancak hesap tutmadı. Büyük ortak ABD için, Rusya ile rekabeti tırmandırmanın zamanın gelmediği açık.
Bu arada uçak işi olmayınca Ukrayna’nın NATO üyelerinden ellerindeki S-300 hava savunma sistemlerini talep ettiği haberleri düşüyor. Bakalım salt savunma samaçlı bu sistemlerin Ukrayna’ya devredilmesi mümkün olacak mı? Bu kez dikkatler sadece eski Doğu Avrupa ülkelerine değil, Yunanistan gibi NATO’nun kadim bir üyesine de dönecek. Zira Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi’nin sipariş ettiği S-300’leri Doğu Akdeniz’de bela çıkmasın diye devralıp Girit’e yerleştirmişti. Yunanistan’ı daha farklı bir “güvenlik ikilimi” bekliyor olabilir. Türk S-400’leri için de bazı çevrelerin dile getirdiği “Girit Formülü”nün nereye evrileceğini merakla izleyeceğiz.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Serhat Güvenç’in “Müttefiklerin güvenlik ikilemi” başlıklı yazısını Dilek Şen seslendirdi.
Serhat Güvenç’in önceki yazıları:
Boğazlar, Karadeniz ve denizaltılar
Savaşın işe yaramadığını öğrenme sırası Rusya’da mı?
“Sorunsuz çember”in sorunlu kuzey halkası
Türkiye-Rusya’nın “rekabet yönetimi” ve Ukrayna krizi
Ukrayna krizi mi, Avrupa krizi mi?