Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Burak Bilgehan Özpek yazdı: Putinperverliğin ahlakilik takıntısı

Zizek kitabın ortasından konuştu. NATO genişlemesi bahanesiyle Putin’in Ukrayna işgalini meşrulaştırmanın, Hitler’in işgallerini Versailles Anlaşması ile açıklamak ile aynı şey olduğunu söyledi. Bu tip kriz anlarında birçok insan ahlaki bir tutum almak zorunda hissediyor ve hakkaniyetli bir söylem belirlemek istiyor. Kendisini tarih önünde mahcup etmeyecek, onu seyreden insanların gözünde küçük düşmeyecek ve kendisini bir davayı savunurken tereddütsüz şekilde haklı hissettirecek bir istek bu. Anlayabiliyorum. Sosyal medya çağında hepimiz birer performans sanatçısı gibi icra ediyoruz kendimizi. Ahlaki bir duruşun takdir edilmesine ihtiyaç duyuyor insanlar. Özellikle, kendi ideolojisini müzakereye açmanın bir ihanet ve omurgasızlık olduğunu düşünen kesimler için ahlaklı olmak, ahlaklı görünmek ve dava arkadaşlarının takdirini kazanmak çok şey ifade ediyor. Bu bakımdan Zizek’in çıkışı önemli ancak alternatif ahlaki yorumlar arasında bir tartışmaya girmeyecek kadar da kurnazca. Ahlaki bir noktada duruyor ve jeopolitik bir okumayı hedef alıyor. Bu her zaman tam isabet demektir.

Halbuki, Ukrayna işgalinin ahlaki eleştirisini yumuşatan hatta buna meydan okuyan alternatif iki önerme var. Bunlardan birincisi, Ukrayna’daki neo-nazi tehdidini öne çıkartarak şeytani bir rejime karşı açılan kutsal bir savaş anlatısına dayanıyor. Buna göre, Ukrayna’da baskın bir neo-nazi etkisi var ve Rusya’nın amacı Ukrayna’yı bu gayri insani ve aksini hiç kimsenin iddia edemeyeceği bu mutlak kötülük akımdan korumak. Bu iddia, Ukrayna toplumu içindeki neo-nazi grupların iddia edildiği kadar kalabalık ve etkili olmadığı argümanıyla karşılık buluyor. Ne var ki, yaşadığımız çağda hakikatin kendisi propagandanın kuvvetine bağlı olduğu için bu münazaranın pek bir anlamı yok. Kamusal tartışma, neo-nazilerin etkili olduğuna inananlar ile inanmayanlar arasında bir laf dalışından başka bir şey vaat etmiyor.

Ancak burada, 2003 senesini bize hatırlatan bir tutum var. ABD’nin Irak işgali sırasında Neo-con’ların, dış politikayı ahlakileştiren dilleri ve her türlü eylem ve stratejiyi Saddam Hüseyin’in diktatörlüğüyle açıklama eğilimleri hala akıllarda. ABD işgaline karşı herhangi bir itiraz ergen bir demokratlıkla cevaplanıyor, ahlaki bir manifesto okunuyordu insanların yüzüne. Şeytani rejimler devrilmeli ve arzu edilen uluslararası barışa onların yerine demokrasilerin ikame edilmesiyle ulaşılmalıydı. Bir diğer ifadeyle “tarihin sonu” bir olgu değil normatif bir ülküye dönüşmüş, neo-conlar ise kendilerini bunu başarmak için tarihin kırılma noktasında duran istisnai karakterler olarak görmüşlerdi. Neticede başka bir yöne doğru akan tarih onların müdahalesiyle olması gereken mecrasına geri dönecekti. Ahlaki misyon o kadar kutsaldı ki ne uluslararası hukuk, ne diğer devletlerin çıkarları önem arz ediyordu. Amerikan gücü hepsini anlamsız kılabilir ve bu ahlaki amaca ulaşabilirdi.

Bu tip durumlardaki absürdlüğü Umberto Eco fark etmişti. Demokrasi inşası ile barış kurma ideali ve dolayısıyla işgal hakkını kendinde görme eğilimi üzerinde düşündü. Ve salt ahlaki bir tavrın fayda üreten bir sonuca yönelmek zorunda olmadığını söyledi. Yani barışa yönelmenin kendisi ahlaki gerekçelerle başlatılan bir işgali meşrulaştırmazdı. Saddam bir diktatördü ve bu başlı başına ahlak dışıydı. Ancak bu, gayri ahlaki olana müdahale hakkını ahlakileştirmezdi. Ortaya günün sonunda iki bağımsız ahlaksızlık çıkardı. Pascal Boniface ise olayların dramatikliği bize olan coğrafi uzaklığıyla yakından ilgili diyordu. Yanı başımızdaki bir diktatör eğer bize binlerce kilometre ötedeki başka bir diktatörden daha fazla endişe veriyor ve bizi müdahaleye zorluyorsa buradaki koşul ahlakilik değil coğrafi uzaklıktır dedi. Yani kapı yine faydaya açılıyor, bu da ahlakilik söylemini gölgeliyordu.

Keza insanlar 2003 senesinde haklı olarak ABD’nin başlattığı kutsal savaşın niçin Irak ile sınırlı kaldığını sorgulamaya başladılar. Körfez ülkeleri, Kuzey Afrika otokrasileri ve Orta Asya’nın o dönem batı ile işbirliğine hevesli hakanları niçin hedefte değillerdi? Yani Irak işgalini gayri ahlaki kılan Irak’a saldırılması kadar Irak’a benzeyen ülkelere saldırılmamasıydı. Ahlakın arkasına gizlenmiş fayda ışıl ışıl parlıyor ve kendini ifşa ediyordu.

Bu yüzden Rus işgalinin ahlakiliğine getirilen ahlaki eleştiriye karşı koymak için ortaya sürülen neo-nazi kartı aslında hiçbir şeyi meşrulaştırmıyor; Rusya’nın çıkarından başka. Saddam’ın diktatörlüğünü öne sürerek Irak’ı işgal eden ABD’yi meşrulaştırmadığı gibi. Yani işgali ahlaksız bulmak hala dimdik ayakta bir önerme.

İşgalin ahlaki kötülüğünü koşulsuz dile getirmek bazıları için zor. O yüzden alternatif bir ahlaki pozisyon alma gereği duyuyorlar. Bu pozisyon işgali eleştirmeyi kabul etse de işgalin eleştiren tarafların kimliğinden duyulan rahatsızlığı da gizlemiyor. NATO’nun ve kapitalist liberal demokrasilerin sınırısız bir ahlaki haklılık içinde işgal eleştirisinin onlara siyasi bir avantaj sağladığını düşünüyorlar. Dolayısıyla, işgali eleştirmek kadar işgali eleştirenlerin eleştirisi üzerine de yoğunlaşmayı elzem görüyorlar. Çok kez ahlak kelimesini kullandığımın farkındayım ama yazının başından bu yana zaten ahlaki söylemin siyasi bir çıkar ile ilişkili olduğunu anlattığım için içim rahat. Elbette ki, işgali eleştirenler ahlaki bir haklılık içinde olduklarını düşünüyorlar ama bu onları eleştiriyi faydaları için yapmadıkları anlamına gelmiyor. Putin rejimi senelerdir aynı ve bu ilk işgal girişimi değil. Üstelik, oligarkların Batı’nın finansal kurumlarıyla oldukça sıkı fıkı ilişkileri var. Herkesin kazandığı kirli bir oyun senelerdir utanmadan sahneleniyor. Dolayısıyla, Ukrayna işgaline verilen tepki ahlaki olmaktan çok siyasi bir tutumu içeriyor. Bunu inkar edemeyiz. Artık nerede duracağı kestirilemeyen ve diplomasiyi zafiyet olarak gören bir Putin gerçeği kabul edildi. Müzakere etmenin Putin’i cesaretlendirmekten başka  bir işe yaramadığı düşünülüyor. Yani işgal karşıtı açıklamalar uluslararası hukuka ve evrensel haklara işaret etse de jeopolitik bir korkudan besleniyor.

Ne var ki devlet adamlarının bu tutumu, ne bizim gibi sıradan fanilerin tepkilerini samimiyetsiz kılar ne de Ukrayna’da olan biteni değiştirir. Gerçek orada duruyor. Zorbalık ve şiddet karşısında şehirler yıkılıyor, siviller ölüyor. Bunu eleştiren siyasi bir çıkarın peşinde koşuyor olabilir ama bu durum eleştirilen olgunun kendisinin gayri ahlaki olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Olguların sarsıcılığı ve trajedi orada duruyor.

Tam bu noktada, ahlaki bir yarış başlıyor. Bazı Avrupa kurumlarının Rus işgaline karşı mesafesinin altını çizmek için aldığı abuk sabuk tedbirler imdada yetişiyor. Dostoyevski üzerine açılan bir dersin kapatılması (ki buna tepki vermek size sosyal medyada epeyi etkileşim getirir. Risksiz, maliyetsiz bir başkaldırı ve kendini gösterme fırsatıdır) bir film festivalinden Rus filmlerinin çıkartılması, Munich Filarmoni Orkestrası Şefi’nin işine son verilmesi veya birkaç restoranın Ruslara hizmet vermeyi reddetmesi yeni bir ahlaki itiraz kapısını aralıyor. Ukrayna işgaline itiraz edenlere ahlaki olarak itiraz etme kapısı. Böylece, trajediler eşitleniyor ve “kapitalist Batı’nın”, “katil NATO’nun” elinden ahlakın sopası alınıyor. Herkes ahlaksız ise kimse diğerini suçlayamaz neticede. Saramago’nun “Körlük” romanında anlattığı gibi, herkesin görme duyusunu kaybettiği bir yerde kimse kendisini edepli olmak zorunda hissetmiyor.

Ama bu maşeri vicdanı yaralamıyor mu? Trajedileri birbirine eşitlemek, yıkılan şehirlerin ve ölen yüzlerce insanın acısını şaibeli bir orkestra şefinin işten çıkartılması ile eşitlemek ya da aptal bir rektörün kendisini göstermek için yasakladığı Dostoyevski dersi ile bir tutmak, böylece ahlak üzerinde dans eden siyasi hasımlarınıza karşı ahlaki bir cephe kazanmış olmak gerçekten hemen kanıksayacağımız bir durum mu? Hem işgale hem Dostoyevski dersinin yasaklanmasına aynı anda karşı olmak bizi niçin bu kadar rahatlatıyor? Ya da şöyle sorayım niçin işgale karşı olmak için dört gözle Avrupa’nın saçmalamasını bekliyor ve böyle bir durum olunca rahatlamış hissediyoruz?

Herkes ahlaklı olmak istiyor. Ancak bu sanıldığı kadar kolay bir iş değil. İnsanlık tarihi kendi faydasını ahlak olarak pazarlayan dolandırıcılarla dolu. Çıkarlardan bağımsız bir ahlaka ulaşmanın meşakkatli bir iş olduğunu kabul etmeliyiz. Belki bu yüzden Zizek’in karşı çıktığı jeopolitik dil ve onun çıkarları öncülleyen dünyası daha yalın ve dürüst. Ancak sorun şu ki, çıkarlardan sadece devletleri ve dolayısıyla devletleri yöneten insanları anlayan bir yaklaşım bu. Kharkiv’de veya Kiev’de bir sığınakta gelecek hayalleri kuran Ukraynalı bir üniversite öğrencisinin faydasını bu hikayede hiç kimse düşünmüyor. Veya Putin’in bedeninde ve karakterinde tecessüm etmiş egzotik Rus ruhunun fakirleştirdiği bir Petersburglu akademisyenin faturaları kimsenin umurunda değil.

Burak Bilgehan Özpek’in diğer yazıları:

Tabanını dönüştüren lider fetişizmi

Cinnet ve cennet arasında doksanlar

Radikalizmden beslenen ılımlılık

Ekonomiyi keramet ile yönetmek

İki cihanın tek lekesizi

Liberalizmin tarikat mesaisi

Siyasi bir epic fail örneği olarak Kazakistan

Siyasetin Çiftlikbank’ı

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.