Kemal Can yazdı: Hangi yol Diyarbakır’dan geçer?

Tam 35 sene önceydi: Referandum ve seçim dolayısıyla 1987 yılı olağanüstü siyasi hareketliliğe sahne oluyordu. O yaz, Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) lideri Erdal İnönü’nün yaptığı Güneydoğu gezilerinin neredeyse hepsine katıldım. Kürt sorunu, üzerinde çok tartışılan bir konuydu ama pozitif bir siyasi başlığa dönüşmüş değildi o günlerde. Ağır baskı döneminin ardından yeni bir çıkış beklentisi, güçlü ama ham bir istek halindeydi. Herkes kendi meşrebince, bir dönem kapansın istiyordu. Ancak kimsenin hem zemini hem kendini değiştirecek cesareti yoktu. Özal, daha öncelikli başka meseleleri olduğu için, 12 Eylül’ün güvenlikçi politikalarından pek kopamamıştı. TRT’deki “Anadolu’dan görünüm” veya “Perde Arkası” programlarıyla zirve yapan inkar politikası bütün şiddetiyle yürürlükteydi. Demirel’in “Kürt realitesini” tanımasına daha beş yıl vardı. AB yolculuğunun Diyarbakır’dan başlayacağını söyleyecek olan Mesut Yılmaz, bu sözleri daha formüle bile etmemişti muhtemelen.

Bölgede pek iyi hatırlanmadığına inanılan Milli Şef’in oğlu ise Kürt illerinde büyük bir ilgiyle hatta yüksek bir coşkuyla karşılanıyordu. Çocuğuyla yaşlısıyla İnönü’nün otobüsünün ardından koşan insanları gözlerimle gördüm. Erdal İnönü, çok acayip şeyler söylemiyordu aslında. Meşhur “Kürt raporu” (1989-1990) daha hazırlanmamıştı. SHP, yüksek beklenti yaratacak radikal bir Kürt açılımı ortaya konmuş filan değildi. Bir ihtimalin peşinden koşuyordu insanlar. İnsanların ilgisinin kaynağı, siyasi destekten ziyade onlara başka türlü bakmaya ve onları dinlemeye hazır izlenimi veren biriyle karşılaşma arzusuydu. Farkı, ne dendiğinden çok ilişki kurma biçiminde görmek istiyorlardı. Belki şöyle söylenebilirdi: Daha önce önemli aktör oldukları için ve sağlayabilecekleri dolayısıyla ilgi görenler, bu sefer bölge insanın meselelerine ilgi gösterdikleri (gösterebilecekleri) için karşılık görüyordu.

29 Kasım 1987 seçiminde, ilginin seçmen tercihlerine yansımaya devam ettiği ama “sandıkları da patlatmayacağı” anlaşıldı. SHP,  Türkiye genelinde aldığı oyun (% 24.5) üzerine çıkarak Diyarbakır’da (% 25.5) birinci parti oldu ve dört milletvekili çıkarttı. 80 öncesi CHP’nin Diyarbakır’da yakaladığı yüzde 30’lar (1977; %34) ve Halkçı Parti’nin 1983’te aldığı yüzde 40 seviyesinin hayli gerisindeydi belki ama dikkate değer destek devam ediyordu. Ancak 1987- 1991 dönemi, Kürt meselesinin reel siyasete etkisi açısından hareketli ve hareketli olduğu kadar sorunlu geçti. 1989’da Kürt Konferansı’na katıldığı iddiasıyla ihraç edilenlerle başlayan süreçte -Kürt siyasi hareketinin partileri serisinin öncülü- Halkın Emek Partisi (HEP) kuruldu. 1989’da hazırlanan Kürt Raporu 1990’da SHP Parti Meclisi’nde kabul edildi. 1991 seçiminde HEP’liler SHP listelerinden aday gösterildiler ve SHP’yi bölgenin birinci partisi yaptılar ama “Türkiye genelinde sıkıntıya soktukları gerekçesiyle” istifaya zorlandılar (1992).

SHP’nin tutumu, siyaseti ve kendisini değiştirmeye yetmemiş, parti içinde ve dışında kayıp getiren kaba bir pazarlık gibi sunulmuştu. Büyük ve tarihi uzlaşma imkanı yaratacağı iddiasıyla kurulan, 12 Eylül’ün ve ANAP döneminin sonunu getirmesi ama asıl olarak yepyeni bir dönem açması umulan DYP-SHP koalisyonu, pek çok meselede olduğu gibi Kürt sorunu açısından da çözüm penceresini kapatan bir başlangıç oldu. 80’lerin sonunda uygulamaya giren OHAL Valiliği ve 90’ların başında yürürlüğe konan Haziran Kararnameleri’yle, herkesin uyumlandığı devlet politikası rotayı çizmişti. Köy boşaltmalardan faili meçhul cinayetlere kadar uzanan ve “kurşun atanın ve yiyenin” öne çıktığı bir dönem başladı. Parti kapatmalar, dokunulmazlık kaldırmalar, Meclis’te gözaltılarla devam etti. Dönem, Kürt seçmenle ilişki açısından SHP (CHP) çizgisine de 30 yıllık yeni parantez açıyordu.

1995 seçimi, yeni parantezin sayısal çerçevesini çarpıcı biçimde ortaya koydu. 60-80 arasındaki 30 yılda bölgede yüzde 30-40 bandının altına inmemiş CHP çizgisi, büyük bir oy kaybına uğradı. Diyarbakır örneğinden devam edersek, 24 Aralık 95’de DSP (2.6) ve SHP (1.9) oy oranları toplamı 4.4 düzeyinde kaldı (HADEP yüzde 46 alarak Diyarbakır’da birinci parti oldu). CHP takipçisi partilerinin toplam oyu, sonraki 30 yıl boyunca hep bu düzeyde kaldı (SHP, CHP, DSP’nin toplamları yüzde 5 seviyesini geçemedi). En son 2018 seçiminde CHP’nin Diyarbakır’da aldığı oy yüzde 2.5 (Türkiye genelinde aldığı oy ortalamasının neredeyse onda biri). Elbette HEP ile başlayan ve sonra DEP, HADEP, DTP, HDP ile devam eden Kürt siyasi hareketi, partilerinin düzenli biçimde artan etkisi ve oy desteği ile Kürt seçmenin değişen siyasi motivasyonu, bu tabloda en belirleyici faktör. Ama kayıp yaşayanlar açısından her şeyi açıklaması mümkün ve doğru değil.

Yıllardır ana muhalefet ve şimdi de iktidar olma iddiasındaki bir partinin, Kürt coğrafyasındaki destek ve ilgi kaybı, bütün nedenleri düşünmeyi gerektirecek kadar büyük. İşte bu yüzden, 30 yıllık bu parantezi kapatmaya aday olduğunu söyleyerek Diyarbakır’a giden Kılıçdaroğlu, “bu bizim hatamız” deme ihtiyacı duydu. Gördüğü ilginin söylediği yeni ve iddialı şeylerden kaynaklanmadığı ortada. Çünkü şimdiye kadar ısrarla sürdürülen hatanın nasıl değişeceğine ilişkin çok fazla şey söylemiş değil. Fakat, eksiği kendisinde gören, “helalleşme” arayışını bu bölgeye ve soruna doğru genişleten, etrafını kuşatan mecburiyetler cenderesinden çıkma arzusunu en azından ima eden tutum, yine de bir karşılık gördü. Yani bir imkanın esintisi bile heyecan yaratabilmiş gibi. Bana 1987’yi hatırlatan da işte bu: Hem imkan hem sonrasındaki hüsran riski açısından benzeyen tarafları.

Kılıçdaroğlu gezisini bizzat izleyemedim ama görüşlerine güvendiğim dikkatli gözlemcileri, bölgenin nabzını iyi tutan isimleri ve güvenilir araştırmacıların değerlendirmelerini takip ettim. Bir süredir işaretleri görülen eğilimlerin, bu gezi vesilesiyle teyit edildiği yorumu ağırlık kazanıyor. Anketlerde CHP’nin bölge oylarında kısmi yükseliş ölçülmeye başlanmıştı. Özellikle geçmiş referansları daha az dikkate alan genç seçmende kıpırdanmanın daha fazla olduğu söyleniyordu. Kılıçdaroğlu’nun gezisi, henüz siyasi desteğe dönüşmemiş -belki de dönüşmeyecek olan- bu ilgi artışını bariz biçimde göstermiş. İyi çalışılmış ve sembolik yükü hiç de fena olmayan temasların dikkat çektiği de ortada. Bu gelişmenin yaratabileceği aritmetik sonuçlar konusunda iyimser olanlar da var, ihtiyatla yaklaşanlar da. Fakat hiçbir şey olmasa bile bir şeyler olduğu kanaati çok yaygın.

Belirli bir bölgenin, katı bir kimlik çevresinin, teması zor seçmen bloklarının oylarını almaktan önce ilgisini kazanmak, muhtemel sayısal sonuçlardan daha önemli. İlgi, bunun farkında olmaya başlayan her iki taraf açısından, zihniyet değişimi kapılarını aritmetik pazarlıklardan daha fazla zorlayabiliyor. İlgi gösteren dinlemeye başlıyor, duymak isteyecekleri hakkında daha şeffaf oluyor; yeni birilerinin kendisini dinlenlemeye başladığının farkına varanlar ise bunu dikkate alarak konuşuyor. İlgi gösteren de ilgi gören de başka biçimde dinlemeye ve düşünmeye başlıyor. Çok kullanılan ama çoğu zaman boş olan “biz herkesi dinleriz” veya “herkese sesleniriz” lafları, ete kemiğe bürünüyor. Siyasetçi-seçmen ilişkisi kaba bir al-ver ilişkisi olmaktan çıkıp sahici bir temasa dönüşüyor. Bu yüzden ilgi, “tatmin edici vaatler” veya pazarlıklardan daha etkili. Siyasi dilin biçimlenişi ve ender de olsa siyasi adımlarda pay sahibi.

Geziye bu pencereden bakılınca; Kürtler’in bu temastan ne kadar tatmin olduğu kadar, Kılıçdaroğlu ve dolayısıyla CHP’nin bundan nasıl etkileneceği daha çok ilgimi çekiyor. Elbette diğer siyasi aktörlerin de. Mesela Bahçeli’nin “Antalya’yı gölgede bırakma amacıyla tezgahlanan dış kaynaklı girişim” yorumu ilginç. Bahçeli’nin bu tuhaf değerlendirmesi, aslında ziyaretin sadece bölge ile sınırlı olmayacak bir ilgi yaratabilme potansiyelini işaret ediyor. Zira, daha önce olmayan bir temasın başlaması, birilerinin birbiriyle konuşmaya başlaması, bu ilişkinin taraflarıyla sınırlı olmayan bir durum. Akşener’in Kılıçdaroğlu ziyaretini “olumlu” değerlendirmesi de, bu ilginin pozitif etkisine örnek gösterilebilir. Mesafe ayarları üzerine inşa edilen siyasi ilişki zemininin, ilgi ve temasların artmasıyla sürdürülmesi için küçük olmayan bir adım. Kılıçdaroğlu gezisinin nasıl yankı bulduğu ve nasıl sonuçlar yaratacağını, muhtemel aritmetik hesaplardan daha geniş değerlendirmek ve izlemek gerekecek. Bazı karşılaştırmalar ve hatırlamalar eşliğinde elbette.

Kemal Can’ın “Hangi yol Diyarbakır’dan geçer?” başlıklı yazısını Kaya Heyse seslendirdi.

Kemal Can’ın önceki yazıları:

Kimin kafası karışık acaba?

 Ukrayna penceresi nereyi görüyor?

“İdealden” uzak hedefe çok mu yakın?

Hedefe odaklanmak

“Onların ne dediğinin bir önemi yok”

Cumhurbaşkanının “tensipleriyle”

Gündem değiştirme hiç değişmez mi?

Laiklik kime lazım, ne için lazım?

Nedir bu tedirginlik?

Aşırı güncellik

Dar koridora sürülen siyaset

“Sürdürülemez” ama ya sürdürebilirse?

Bardağın yarısının durumu ne?

Ekonomi, “asıl gündem” oldu mu?

Hafta sonu kötümserliği

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.